15 Aralık 2005

Dogu'nun Bir Kadin Sorunu Var Mi?

.
Not: Bu yazi 12 Kasim'da Istanbul'da gerceklesen Dogu Konferansi'nda sunulmustur.
.
Konuşmamın ‘Doğu’nun bir kadın sorunu var mı?’ şeklindeki başlığı, öncelikle içinde geçen ‘sorun’ kelimesi nedeniyle en başından netameli bir cümleye dönüşüyor. İçinde sorun geçen, ‘sorun’ kelimesinin tamladığı herhangi bir soruya kuşkuyla yaklaşıyoruz. Çok kesin gibi gözüken böyle bir soruya cevap vermek hiç kolay değil. Bir kere Doğulu kadına ilişkin ikna edici bir tanımdan yoksunuz, ne yaparsak yapalım böyle bir tanımda hep eksik ya da fazla bir şey olacak, ikinci olarak ise tanımlamakta zorlandığımız bu kadının sorunları kolayca çözümlenemeyecek kadar birikmiş ve açmazlarla dolu, üçüncü olarak bu sorunların hangilerinin karakteristik yani sırf ‘Doğulu’ olmakla bağlantılı olduğuna karar verme gibi bir problemimiz var.

Sorunlarımız olması, bunların tartışılması bizi korkutuyor. Oysa sorunlu insan sorumlu insandır. Cennetten düşmeden önce Adem ile Havva sorunsuz bir hayat yaşıyorlardı. Dünya bir oyun-eğlence yeri olduğu gibi bir imtihan alanı da. Sorunun farkına varmak, insanlık yolunda bir sıçrama gerçekleştirmektir.

Doğulu kadını tanımlamakta zorluk çekiyor aynı zamanda bu tanımı yapmaya zorlanıyoruz. Doğulu olmayabileceğimizi düşünüyor ama Batılı olamadığımıza karar vermekte de zorlanmıyoruz. Esasında bizim neye karar verdiğimiz de çok önemli görünmüyor: Doğu olan neresi, buna karar veren bir otorite, bir gösteren olarak Batı var. Bugün yeryüzünün her köşesi ve mesela insan hakları, bireycilik, demokrasi, çoğulculuk gibi modern birey için önemli olan başlıklar Batı merkezli kavram ve kurumlar üzerinden konuşulmakta olduğu için, yeryüzünün Doğu’sundan değil de Batı’nın Doğu’sundan sözetmek daha doğru sanki. Yeryüzünün önemli bir kısmı Kıta Avrupası ve ABD gibi ülkelerin taşrası muamelesi görmekte. Diğer taraftan ise Batı, kendisi olabilmek için hala bir Doğu’ya muhtaç. Hasta adam ya da malul Doğu, Batı’nın kötülüklerini gönderdiği kültürel coğrafya.

Geniş bir coğrafyadan hareketle Doğulu kadının genel bir tanımına ulaşabilir miyiz, buna emin olamıyorum. Kim, nereye kadar doğulu? Dostoyevski Rusya’nın Batılı olmadığını söylüyor. Esasında ne Güney Amerika ülkeleri tam olarak Batılı, saf Batı kimliği açısından, ne de İtalya, hatta Batı kimliğini etkilemiş olan felsefe ve mitolojisine rağmen Yunanistan. Bu durumda Türkiye Batılı olduğunu iddia edebilir mi?

Hepimiz için hala karışıklığını koruyan bir yönlendirme bu: İçinde yaşadığımız coğrafya ve iklim Doğu’ysa, öncelikle kimin Doğu’su... Bütün Batı’nın Doğu’su olan bölge bizim yaşadığımız topraklardan, kültürel havzadan mı başlıyor?

Doğulu’ysak, AB’ne dahil edilme konusunda neden bu denli haklı görüyoruz kendimizi ve nasıl bu denli ısrar edebiliyoruz... Doğulu değilsek, Batı kültürüne ve AB’ne kendimizi kabul ettirmek için niçin bu denli çaba sarfetmek zorunda kalıyoruz? Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte çağdaş Batı uygarlığını yakalaması hedef olarak gösterilen ülkemizde Avrupa kültürü Cumhuriyet’ten çok önce ezici etkisini hep hissettirmiş ve hala da hissettirmekte olan bir güçtür. Avrupa kültürü görmezden gelinemez; bu kültüre aynı anda hem hayranlık duyulmuş, hem de bu kültür hor görülmüştür, hem ona gıpta edilmiş hem de ondan korkulmuştur.’ Bu sözleri Yunanlı edebiyat eleştirmeni Gregory Jusdanis kendi ülkesi aydınları ve siyaset adamları bağlamında sarfediyor. (1)

Jusdanis’in sözleri bir Türk’e ait olabilirdi ya da bir İranlı’ya, mesela Ali Şeriati’ye.

Doğu’nun nerede başladığı, nelerle birlikte başladığı hala geçerliliğini koruyan bir sorudur ve bu sorunun en yaygın cevabında biz Jusdanis’e rağmen, dinle ilişkili cevaplar bulmaktayız.

‘Şurası açıktır ki Doğu Yunanistan’da değil, burada başlıyor, diye yazıyor Naipaul Mısır için (An Aria of Darkness’te) ve şöyle sürdürüyor sözlerini: ‘Sınır tanımayan bir hareketliliğin yarattığı kaos, kendi kendini uyaran bu gürültü patırtı, ansızın sizi saran bir güvensizlik duygusu ve etraftakilerin dost olmadığına, kellenin koltukta olduğuna dair güçlü bir his.. (...) kaos, gürültü, korku, despotizm ve hırsızlar... Bütünüyle sürekli denetleme gerektiren iğrenç bir yer.’ Naipaul’un Mısır’a girişindeki izlenimleridir bunlar. Naipaul’un Doğu’su öncelikle İslam’dır: ‘Artık bir silahları var: İslam. Tüm dünyaya karşı tek silahları bu. Kederlerinde, yetersizliklerinde, toplumsal öfkelerinde ve ırksal aşağılanmalarında İslam onların yanındadır ‘ (2)

Bir Yerli Olmak
Trajik bir gerçeklik de olsa insan ayağını bir yere basmak zorundadır. Önemli olan bu zorunluluğu bir özgürleşme potansiyelinin imkanına ve zemimine dönüştürebilmek. Evrensel değerlenden yararlanmanın şartı yerel değerlerin tasfiyesinden değil, bu değerlerin açılımı ile daha verimli ve uygar bir anlama kavuşacaktır.

Doğulu olmak üzerine konuşmanın okur yazar, düşünür insanlar için ayrı bir zorluğu var. Hangi özelliklerimiz nedeniyle Doğulu sayıldığımıza karar veremiyoruz. Daha misafirperver olmak mıdır Doğulu insanın özelliği, ailesine daha bağlı olmak mıdır? Daha mistik, daha dindar, daha tutucu, kimi iddialara göre zaman ve verilen sözler konusunda daha gevşek... Doğulu kadın ise belki Batılı hemcinslerine göre daha muhafazakar, özel hayatının dışavurumu konusunda daha mesafeli. Esasında Doğulu kadın denilirken, büyük ölçüde Müslüman Kadın kastedilmekte. Müslüman kadın Batılı hemcinsine göre daha mı az bireyci, bağımsızlık ya da bireyselliğini geliştirme gibi amaçlar açısından daha mı az iddialı... Müslüman kadın sorunlarının ağırlığı ile Batılı kadınlardan ayırtedilebilir mi? Müslüman kadınların sorunları var ama Batılı kadınların sorunsuz olmadığını da ABD’li feminist teorisyen Germaine Greer’den dinlemeye devam ediyoruz. Batılı kadınların sorunları özgürlük ya da cinsel özgürlüğün yeni açılımlarının oluşturduğu bünyesel uyumsuzluklarla ilgili belki. Doğulu kadınların sorunları ise ağırlıklı olarak geleneksel ve modernist despotizmlerin himayeci ya da hegemonyacı tutumlarından kaynaklanıyor olabilir.

Bu bağlamda yönsel ve büyük paragraflardan oluşan kalıplara sıkıştırılmanın yararlı olacağı kanısında değilim. Uygar insanın gerçek yurdu, kendini borçlu hissettiği insanlık tarihinin zirveleridir. Yıllarca modernleşmeyi domuz çiftlikleri kurmaya ya da güne bir Mozart parçası ile uyanma gibi şartlara bağlamış olan aydınların Türk halkını yeteri kadar iyi tanıdığı söylenebilir mi? Bir arkadaşım Avrupa Birliği’ne girmeyi daha düzgün, kaldırımları her belediye değişikliğinde altüst edilmeyen şehirlerde yaşama özlemine bağlıyordu. Avrupa Birliğine başörtümüz yasak olmasın, kadınlar şiddet görmesin, paramız pula dönmesin, istediğimiz kadar eğitimimizi sürdürebilelim, yasalar doğru dürüst uygulansın gibi gerekçelerle de girmek istiyoruz. Kocasından şiddet gören kadın, Avrupa Birliği’ne girildiği takdirde bundan kurtulacağını umuyor; bir açıdan haklı. Avrupa Birliği ona kurumsal koruma vaadediyor, kocasını meleğe dönüştürmeyi değil. Oysa bulunulan noktada sanki ne geleneksel kurumların korumacılığı söz konusu yeteri kadar, ne de modern kurumların.

Peki, Doğulu kadın gerçekten batılı hemcinsine göre daha fazla sorunlu bir kadın olarak tanımlanabilir mi? Ayrıca doğulu kadın dediğimizde ne ölçüde müslüman kadını anlamaktayız?

Bu durumda öncelikle sorulması gereken soru, İslam’ın ne kadar Doğu’ya ait olduğu... M. G. S. Hodgson İslam uygarlığını Batı uygarlıkları dairesi alanında değerlendirmiştir. Joseph Campbell da Hodgson gibi İslam’ı Batı uygarlığı dairesi bağlamında ele almıştır. Hayali Doğu’nun yazarı Thierry Hentch’e göre aktuel tartışmaların doğu’su esasında Ortadoğu ya da Müslüman-Arap kültürünün etkili olduğu Akdenizin Doğu’su.

Açık ki çağdaşlaşma yani modernleşme ile batılılaşma tarihin içinde yaşadığımız evresinde kesişmiş olsalar da asla eşanlamlı değildirler. Osmanlı’nın ve daha özelde de Türklerin bu açıdan ayrıcalıklı bir yerleri olduğunu kabul etmek gerekir. Doğu Batı çatışmasının uç alanı olarak hep kaynayan bir coğrafya Anadolu. Bu nedenle de bu coğrafyada egemenlik ya da varoluş ancak bir batı ve doğu dengesini gözetmekle mümkün olmuştur. Doğu’lu olduğumuzu gösteren başlıca unsur İslam olabilir mi? Ümit Aktaş’ın vurguladığı gibi, İslam açıkçası belli bir tarih ve coğrafyaya hasredilemeyecek tarihsel bir sürekliliğin ifadesidir. Bu ifadeyi uygarlıkların dolaşımı mantığına karşıt bir formasyon olarak düşünemeyiz. Tıpkı Batı uygarlığına ait, altında İslam patentini görmediğimiz olumlu tüm girişimleri de salt bu neenle görmezlikten gelemeyeceğimiz gibi. Yeryüzü mümine mescit kılınmıştır. Batı’nın olumlu değerlerini onaylamak ve kendinde gerçekleştirmek, belki belli bir coğrafya ve tarihe hapsedilmiş bir islam anlayışına aykırı olsa da, Hayy ve Alim bir Allah’a iman ve salih amel (doğru eylem) de bulunmanın temel şiarı olduğu evrensel bir İslam anlayışına asla aykırı değildir. (3)

İslamcılık da zaten modernleşmeci olduğu kadar evrenselleşme ihtiyacını da yansıtan bir açılma hareketiydi. Batı’da olanı taklit etmek ya da iktibas etmek değil de kendinde gerçekleştirmek, İslamcılığın modernleşmede izlemek istediği yöntemi açıklayan bir ifade.

Müslüman Kadının Özgül Sorunları Var mı?

Evet, bu mümkün; özellikle de modernlikle geleneksellik, dinle laiklik, cemaatle kamusal alan tartışmalarında ne çok başlığın müslüman kadınla alakalı olduğu dikkate alınınca... Hukuksal seviyede ve bunu takiben de töresel beklentiler ya da yargılar bağlamında karşılaşılan sorunların çözümünün din parenteze alınarak sağlanabileceğini düşünmek de hiç gerçekçi değil. Sorunların ait oldukları toplumların yapısı analiz edilemeden yüzeysel önlemlerle çözümlenmeye çalışılması, yeni sorunların doğmasına da yol açıyor. Sorunlar çoğu zaman bastırılıyor, yoksayılıyor, örtbas ediliyor ve bir sorunlar yığınının baskınına sanki birdenbire maruz kalınıyor. Bunun en önemli nedeni kuşkusuz teoriler ve kurumlar alanında tüketici olmak. Başka bir neden ise özel alanla sınırlandırılan kadınlara ilişkin soruların biraz da mahremiyet algıları nedeniyle konuşulmaması. Müslümanların modern dünyada bir çok şey değişirken kadınların konum ve taleplerinin hiç değişmeyecekmiş gibi hareket etmiş olmaları, bir diğer neden. Yaşantılarımızda bir çok şey bazen istemimiz dışında değişmekteyken müslüman kadının olduğu gibi kaldığını varsaymak belki özgüven duymayı sağlıyor.

Yıllar önce bir yayıncıyla bu konularda konuşuyorduk. Müslüman olduğunu söyleyen bir kadının asla sorunu olamayacağını savunuyordu. Annesi müslüman bir kadındı ama sorunları yoktu. Benzeri bir yaklaşıma İran’da tanık oldum. Bir kadın gazeteci feminizm bağlamındaki tartışmaları eleştirirken, ‘bu tartışmalara hiç gerek yok, Rehberimiz kadınlar için ne gerekiyorsa zaten anlatıyor’ şeklinde bir konuşma yapmıştı. Ama İran’da aynı zamanda kadınlara Hazret-i Fatma ve Zeynep’in kültürdeki ayrıcalıklı yerinden kaynaklanan bir saygının mevcut olduğu da söylenebilir.

Yayıncı arkadaşım ise şurada yanılıyordu: Annesinin sorunları vardı ama bunları dile getirmesinin gereksizliğine inanmıştı bir kere. Burada sorun olan, sunum’dur. Sorununu dile getirmeyen müslüman kadın iki kat görünmez kılınarak, dışarıdan tanımlamalara yatkın hale geliyor. İki türlü sunum sorunu yaşıyor çünkü: İlk olarak kendi kendisini anlatmakta yetersiz kalıyor, ikinci olarak da mevcut kamusal alanının koşullarına uymadığı için, konuştuğu kadarıyla bile sesi duyulmuyor. Var olan dizgeler bütünüyle, başında örtü olanın sessizliği üzerine kurulmuş görünüyor.

İslam toplumunda ve Doğu’da kadın aile kanalıyla koruma altında tutuluyor; Batı’da ise reddedilen ataerkil veya erkekegemen kültür ve geleneklerin yerini devlet almış durumda. Batı toplumu kendi içinde bir ilerleme gösterirken, müslüman toplumlar şoklarla, kırılmalarla, Batı toplumlarının yaşadığı reformları gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Bunun siyasal ve sosyal anlamda bazen olumlu bazen de olumsuz sonuçları oluyor. Gerçekte modernleşemeyen bilinçler, hantal ve kırıcı, militer, feodal ve ataerkil yöntemlerle toplumlarını modernizasyon süreçlerine tabi tutuyorlar.

Geleneksel çatıları yitirdik, modern çatılardan da yoksunuz. Geleneksel çatılar yerini ataerkil devlet’e bıraktı ama Devlet Baba’ya rağmen töre cinayetleri de sürüyor, başörtülü kızların uğradığı haksızlık da.

Bunun daha genel bir izahı şöyle yapılabilir: Bir taraftan dini çağdışı ilan eden zihniyet diğer tarafta temel değer olarak ilan ettiği laiklik üzerinde de olumlu bir ahlak kurmayı başaramadı.

Nedir bugün kadın sorunları bağlamında konuşulan ana başlıklar? Şiddete ve tahakküme, baskıya dayalı aile ilişkileri, başta meslek hayatları olmak üzere hemen her alanda ayrımcılık, cehalet, yoksulluk ve ekonomik güvenceden yoksunluk, cinsel baskılar... Aynı zamanda kadının eş ilişkisinin erkek tarafından geçindirilmesi kuralına bağlanmasının da ileride yaşanan ihanetlerde kadını zor durumda bıraktığı açık.

Kadınların cinsel ahlaklarına yönelik önyargıların İslam toplumlarında daha fazla, daha yaygın olduğu söylenebilir mi? Ya da kadının daha fazla şiddet gördüğü?

Doğulu olmanın şiddete daha temayüllü olmak anlamına gelmediği söylenebilir, belki bunun tam tersi doğru. Çok yakında medyatik bir köşe yazarının karısına karşı şiddet kullandığını okuduk gazetelerde. Bu köşe yazarı muhtemelen gece toplantılarında kadınlara ‘bu dansı bana lütfeder misiniz?’ diye sorabilen biriydi. Türk modernleşmesinin görünüş tartışmalarını aşamaması da işte bu mantıkla ilgili: Eleştirel akıl seviyesini tutturamıyorsanız, modernleşme başarısını senfoni orkestrası konserlerine bağlarsınız. Bunun bir önemi var mı bilemiyorum. Şebnem Ferah’ın Türkçe rock yorumlarından çok Aynur’un Kürtçe ezgilerini kendime yakın buluyorum, bir Türk olarak. Ama aynı zamanda Emrah’ı değil, David Grey’i dinlemeyi yeğliyorum. Bu, bir değerin cevherine yönelik arayışla ilgili bir şey. Ruhumuzun tellerini titreten ezgilerin ortak bir vatanı var: Sahicilik arayışı bu. Otantiklik arayışı sadece kendi coğrafyamızla ilgili bir şey olamaz. Diğer yandan bütün bu karmaşa, kendine yönelik aşağılama, kendini dürüst bir şekilde tartışamama, otantik üretimlerin de en büyük engeli.

Feminist sinemacılar kadınlara kaba davranma, şiddet kullanmanın müslüman erkeklere has bir özellik olmadığını ortaya koymaya devam ediyorlar neyse ki... Efsane ve mitlerde şiddetin doğulu içeriğine vurguda bulunurken, Batı kültürünün bu konudaki zaaflarının gözardı edildiğini görüyoruz. İki örnek: Cadı avları ve nazi kampları.

Süreçleri iyi anlamak için, onların iç mantıklarını kavramak çok önemli. Feminizmin Batı toplumlarında ortaya çıkması cinsler arasında yapılan aşırı ayrımcılığa ve kadının cinsel kimliğindeki aşırı yapay ve kötümser yargılara yönelik bir tepkiydi. Avrupa’da özellikle Almanya bölgesinde sürdürülen cadı avlarının, cadı yakma törenlerinin tarihi de çok eskilere uzanmıyor.

Thierry Hentch, Batı’nın müslümanlara ve hayat tarzlarına yönelik dikkatini, bölgenin stratejik önemi ve zenginliği kadar, tarihsel yargılara bağlıyor: ‘Müslüman-Arap kültürünün evrensel değerlerimizin gelişmesine olan sembolik direnci, kolektif muhayyelemizde bölgenin ta Antikçağ’ın derinliklerinden beri bize ait olduğu inancı kök saldığından, bizi özellikle rahatsız ediyor. Bunun nedeni Akdenizli Doğu’nun geçici bir süre Yunan-Roma dünyasına katılmış olması değil, aynı zamandra ta içimizdeki Kitab-ı Mukaddes öyküsünün yankılarıdır.’ (4)

İşte bu nedenledir ki müslümanın inancı, hayat tarzı, mesela Latin Amerika ya da Doğu Asya insanlarının olmadığı kadar kurcalanıyor. Kuşkusuz problemler var ama bu problemlerin ortaya konuluşu, onları olduğundan daha vahim gösterebilir.

Cinsel suçlar şekil olarak farklı olsa bile batı’da da kadınları fazlasıyla tehdit ediyor. Cinselliği nedeniyle kadının aşağılanmasının sayısız örneğine girecek değilim burada. Belki iki örnek verebilirim: Irak’taki Amerikan askerleri arasında kadın askerlerin maruz kaldığı kariyer şantajıyla sürdürülen cinsel taciz. İkinci olarak ise Hollywood’da kırk yaşını aşan kadın artistlerin yapımcılar tarafından maruz bırakıldıkları ‘hurda veya kadavra’ konumu.

İslam ülkelerinde ise kadınların en önemli problemlerinden önde geleni, hukukun ve modern ya da geleneksel görünüşlü toplumsal yargıların hayatın gerisinde kalması, ‘burkadan kurtulma’ ya da ruj sürme hakkı değil. Örtüyü dayatma konusundaki baskıların sorunun bir parçasına dönüştüğünü kabul ediyorum. Müslüman kadın bu şekilde örttürülmek ve açtırılmak istenen örtüsü üzerinden konuşulurken çoğu kez yaşamayan soyut bir varlığa dönüşüyor. O zaman da köşe yazarları Emine Erdoğan’ın Davos’ta bir kar manzarası karşısında kapıldığı hayranlık karşısında şaşkınlık yansıtan yazılar yazıyor. Peki biz, Müslüman kadınla feodal geleneklerin kadını arasında ayrım yapmakta zorlanan bir gazeteci karşısında neden aynı ölçüde şaşkınlık duymuyoruz? Gazetecinin cehaleti, köylü kadının cehaletinden daha mı önemsiz bir sorun...

Yukarıda söylediğim gibi müslüman kadın iki türlü sunum sıkıntısı yaşamakta: Kendini ifade edememek ve kendini ifade etmesi durumunda ise kamusal alanın estetik ölçülerine uygun bulunmadığı için yok sayılmak. Burkanın veya çarşafın görünmez kıldığı oranda ‘laik’ kamusal alanlarda da biline istenile yok sayılmakta ve tanınırlığı, üzerinde çok çalışılmamış kanunlarla, yeterlilikten uzak kurumların insafına kalmış.

Doğu toplumlarında kadınlarla ilgili en önemli problemin ‘kendi adına söz sahibi olma yetkesi’ olduğu kanısındayım. Bu yetkeyi kazanmak toplumsal, siyasal ve kültürel açıdan katılımın sağlanmasına bağlı. Türkiye’nin güneydoğu’sunda süren ve ‘töre cinayeti’ olarak isimlendirilen cinayetler, kadınla ilgili büyük olumsuz yargıların bir ürünü. Ama bu yargılar ne Doğululukla sınırlı ne de İslam’la açıklanabilmekte.

Bu konudaki zaaf aynı zamanda, sözkonusu kavram ve olguların açımlanması ve benimsetilmesinde aydınların yeteri kadar sorumluluklarını idrak edememiş olmasının da bir ifadesi sayılabilir. ‘Yeteri kadar konuştuk, söz bitti, artık eyleme geçelim’ demek de gerekmiyor bu durumda; Wittgenstein’ı hatırlayarak diyebiliriz ki, söz hiç de bitmiş değildir, aksine daha söylenecek çok söz vardır, hatta her şey sözdür ve konuşmak da eylemde bulunmak demektir. Bu durumda mesela ‘insan hakları’ndan ne kadar çok söz edilirse, bu söz günlük hayatta, uygulamada bir hak olarak o kadar fazla bilinecek ve böyle bir bilmenin, sorumlu çevreleri bu alanda hesap vermeye zorlama gibi bir etkisi olacaktır.

Bu açıdan bakılınca sözlerin içinin ısrarlı çabalarla, hayattan yükselen sesler dikkate alınarak doldurulması gerekiyor. Abdulkerim Suruş’a göre burada temel problemlerden biri, ‘biz özgürlükten yoksunuz’ demek yerine, ‘biz bu bağlamda geçerli bir özgürlük kavramından yoksunuz’ demekle işe başlanmasıdır. Suruş, hak kavramı mesela namus konusunda olduğu gibi toplum tarafından içselleştirilmediği sürece, insan hakları kavramının yeteri kadar yerleşmiş olacağını söylemenin mümkün olmadığı görüşündedir. Dinsel gelenekte alışılagelmiş olandan bağımsız bir insan hakları tanımı yapılmalı, bunun için de ‘dinle uyumlu’ yeni bir fıtrat tanımına gidilebilmelidir. Sonuçta dinsel yorumlar her zaman ve tamamen dini olanla aynı değildir ve dinin mübah şeklindeki nitelemesi, bize bu alanda yeni tanımlar geliştirme imkanını vermektedir. Bilinen Suruş tezi: Din tek olsa da dini anlayışın tek olduğu söylenemez. Din kutsal olsa da dini anlayış ve yorumlar eleştiriye açıktır. Demek ki sosyal bilimler, sorumluluklar ve ödevler kadar haklara da vurguda bulunmak suretiyle yeni baştan ele alınabilir. (5)

Oryantalist Miras Engeli
Doğulu ve müslüman kadını cinsel problemlerle anmak, ‘çarşafın gizlediği dişilik’ten sözetmek, Batı muhayyelesinin bir tasarımı olan Doğulu kadının keşif ve kurtarılma süreçlerine ilişkin metinlerle çok alakalı önyargılar. Bu bağlamdaki oryantalist mirası çözümlemek çok önemli. Çünkü sonuçta Doğulu kadının sorunlarından sözetmek istiyorsak, bunu muhayyel değil gerçek bir kadın üzerinden yapmamız yerinde olacaktır. Oysa Doğulu kadın bağlamında gerçeklerle hayali olanlar çoktandır birbiriyle fazlasıyla karışmış durumda gözüküyor.

Doğulu geleneksel kadın bazen, kat kat örtülere bürünmüş bir Şehrazat. Oryantalist miras bağlamında Doğulu kadın denilirken kastedilen öncelikle müslüman kadın. Bu kadının konuşulmasında ise başlıca problem, oryantalist muhayyelesinin belli başlı ürünü, Camille Paglia’nın eleştirel bir dille betimlediği ‘O Asyalılara özgü ateşli müstehçenliğiyle yılan başlı medusa’ imgesidir. Romantik şairler Kibele tarzında kadını uzaktaki Doğulu kadının şahsında cisimleştirmekten hoşlanmışlardır. Ressam Dante Gabrial Rossetti’nin kadınlarının idol olmaya doğru giden uğursuz dönüşümleri, Venüs’ün giderek daha fazla Asya tipi olmaya başlaması nedeniyle korkutucu görünür. Bu kadının rüyaları ‘aysı, hayaletlerle ilgili, karanlık ve anlaşılmaz bir tehditin’ varlığını duyurur.(6)

Doğu’ya yönelik bir sürü metin içinde, Doğu’nun kadınlarına yönelik gezgin merakı çok belirgindir. Bu merakın üzerinde durmayı önemli buluyorum, çünkü, doğulu kadının sorunları, Batılı erkeğin bu merakıyla birlikte tanımlanmaya başlanmıştır. Sonraları, feminizmin de etkisiyle cesaret kazanan kimi seçkin batılı kadınların da bu merakı paylaşarak Doğu’ya keşif yolculukları yaptığını görüyoruz. Bu yolculukların nedeni sadece gizem ve macera arayışı değildir; böyle yolculuklarda gezgin ya da maceraperest aynı zamanda kendi amacını ve kimliğini doğrulayacak tanıklıklar ve malzemeler elde etmeyi umar.

Doğulu kadın merak edilir, fantazileri besler ve bazen şövalyece duygularla kurtarılmak istenir. Hoş bir uyuşukluk ayrıca, rüya gibi bir durgunluk, Doğulu kadın imgesiyle bütünleşiyordu. Kabbani’nin anlattığı gibi Doğu’nun önce seks ülkesi, ardından kolonileştirilecek bir ülke olarak algılanması birbirini tamamlayan isteklerdir. Bu tür edebiyat güçlü bir ırkçılığı körürlemekle kalmayıp, çok derin bir kadın düşmanlığını da kışkırtmaktadır. Binbirgece Masalları’nın yorumcu mütercimi Richard Burton’un 19. yüzyılın ortalarında geliştirdiği tasvirlerde Doğunun kadınları, sonsuza dek küçümseme duygularını proveke edecek olan objelerdi. Burton için doğulu kadın ‘cinsel özgünlüğe’ indirgenmişti, özel cinsel güçleri sayesinde. Gezgin ve yorumcu mütercimler, romantik şairler ve yazarlar Avrupalı kadınlar hakkında söyleyemeyeceklerini Doğulu kadınlar için söyleyebiliyordu. Viktorya devrinin ahlakçıları da burjuva eşleri için yadsıdıkları cinsel yakıştırmaları, işte aynı ruhla aşağı sınıfların kadınlarına, köle ya da yabancı kadınlara layık görürlerdi. Bütün kadınlar erkeklerden aşağıydılar. Doğulu kadınlar ise hem Doğulu hem de kadın olduklarından iki kat aşağı oluyorlardı. (8) Bu iki kat aşağı sayılan mahlukların kurtarılmasının da iki kat fazla zaman ve gürülüt patırtı anlamına geleceği çok açık.

‘Arap, korkanı ısıran ama kendine kaldırılan eli yalayan bir köpektir. Sopayı yerken, aslında ona bunu yapmaya hakkınız olup olmadığından bile bihaberdir’ diye yazıyordu, şair-gezgin Gerard de Nerval, 1843’te bastırdığı Doğu’ya Yolculuk notlarında. Irkları sınıflandıran ve Afrikalıları insan ırkının kokarcaları olarak tanımlayan antropolojiden hiç söz etmeyelim şimdi.
Bugün hala bir gazeteci Doğu’ya doğru yola çıktığında, işte, zihnindeki bu fotoğraflarla harekete geçmiş oluyor. Muhayyeledeki Doğu’nun yokluğu, bir öfke sebebi olabilir. Batı’nın ‘saf doğulu’ olamadığı için horgördüğü doğulu ise, bunun acısını kendi doğusundan çıkartıyor. Türk kadını İranlı kadınla, İranlı kadın Afganistanlı kadınla karıştırılmaktan hoşlanmıyor. Buradan çıkarmamız gereken en önemli sonuç, Doğulu kadın tanımlarının hiç bir zaman yansız bir şekilde oluşmadığıdır. Doğuda kadın eziliyorsa iki kez eziliyor; ilk olarak sınırlanan söz hakkı nedeniyle, ikinci olarak onu muhtemel bir haksızlığın mağduru olarak tanımlayan gösterme biçimleri nedeniyle...

Akademisyen Kadınların Savunmaları
Kafeslerin tüllerin, perdelerin gerisinde müslüman kadın imgesini oluşturan yalnızca dönemin saraylı geleneği değildir. Batılı sanatçı gibi oryantalist açısından da müslüman kadının bedeni, gizemli dinin tanrısallık atfettiği varsayıldığı için de kendini bir başkaldırının kahramanı olarak gören laik oryantalistte örtünün açılmasına yönelik bir tutkuyu kışkırtır.

Müslüman kadının sorunları üzerine konuşmayı zorlaştıran bir diğer etken, kadınların uğradığı haksızlıklar konusunda olsun, bu haksızlıkların çözüm yolları ve kurtarılmış kadın tasarımı konusunda olsun, batılı beyaz kadının model olarak ileri sürülmesidir. Çağdaş feminist teorinin büyük kısmı sadece ataerkillik üzerinde odaklandığı için, mesela cinsiyetçiliğin yanısıra ırkçılıkla da mücadele etmek zorunda kalan siyah kadınların deneyimini yeterince açıklayamaz. Beyaz feministler Afrikalı ve Asyalı kadınları metropolitan Batı’nın ‘ilerici’ adetlerine göre özgürleştirmeye çalıştıklarında etnosantrik bir tutum takınmaktadırlar. Boby Sayyid bunu Batılı kadın modelinde somutlaşan özsel kadın kabulüne dayandırmaktadır. Örtüye karşı tepki, özsel kadın varsayımıyla sürmektedir. Bu varsayımsal özsel kadın ise örtüsüz beyaz batılı kadındır. Özsel kadın belirli bir dilde konuşur, belirli şekilde giyinir, vs. Onun özsel statüsü, tikellerini evrensele çevirme etkisine sahiptir; onun tikel bir tarzda varoluşu, bütün kadınların varoluş tarzı olmaktadır. Bunun sonucu ise şudur: Özsel kadının özelliklerini paylaşmayan kadınlar sanki daha az kadın olmaktadırlar. Sayyid’in Spelman’dan aktardığı gibi, kadınların heterojenliğine hitap edemeyen feministler, sonunda kültürel ve ırki hiyerarşileri desteklemeye yönelirler. (9)

Burada aklıbaşında kadınlar Zizek’in çifte şantaj dediği tehditin varlığını duyarlar: Çağdışılığı, ataerkilliği, özgür düşünceye yönelik baskıyı temsil eden yönetimlerin karşısında demokrasi, insan hakları, basın özgürlüğü gibi söylemleri temsil eden ABD vardır ve baskı rejimleri altında yaşamanın oluşturduğu çaresizlikle ABD’nin demokrasi havariliğine inanmaya bir şekilde açık bulunan insanlar, kendileri için doğru ve iyi olan konusunda bir karar verebilecek görüş berraklığından yoksunlaşmaktadırlar. ( Bir tarafta kadınların ekonomik özgürlüğüyle, bağımsız kişilik ve bireysel gelişmesini sağlayan her türlü hakla birlikte konuşulan bir süreç, diğer tarafta ise Taliban örneğinde somutlaşan kadınları burkalarıyla birlikte evlere ve harem hayatına hapseden bir dindarlık yorumu vardır. Az çok okumuş yazmış şehirli kadınlar bağlamında bunun en belirgin sonucu, popülist feminist söylemlerin yaygınlaşmasıdır. İran’da islamcı kökenli kadın aydınlar arasında çok yaygın bir açıklamadır, ‘erkekegemen’ geleneklerin baskısı. Bir eleştiri birikimine ve tecrübesine dayalı olmadığı için de çoğu kez iktidarın cinsler arasındaki ayrımcılığı sergileyen uygulamalarına tepkiye ve kuramların tüketimine dayalı bir feminizmdir söz konusu olan. Devrimin başlarında isteyerek başlarını örttükleri hatta çarşaf kullanmaya başladıkları halde, yönetimin başörtüsü ve benzeri konulardaki baskıcı ve kuralcı, gösterişçi ve sathi politikalarına duydukları tepkiyle başörtüsü örtmekten rahatsız olan pek çok kadın tanıdım.

Batı ülkelerinde yaşayan müslüman kökenli aydınlar ve özellikle de akademisyen kadınlar, karşılaştıkları sorular ve üzerilerine gelen olumsuz imajların yol açtığı sorgulamalar nedeniyle müslüman kadının hakları ya da uğradığı haksızlıklar bağlamında aşırı tepkiseldirler. Batı ülkelerindeki üniversitelerde kariyer yapan Doğulu ve Müslüman kökenli akademisyenler arasında sanki daha çok Pakistan, Hindistan ve bazen de İran kökenli kadınların feminist tezleri benimsediği ve dillendirdiğini söylemek mümkün. İslamcı feminist diye nitelendirilebilecek ve varlığını sivil toplum kuruluşları etkinlikleri zemininde geliştiren bir kadın tipi özellikle Mısır, Bengladeş, Malezya, Endonezya gibi ülkelerde yaygındır. Akademisyen ve aydın kadınların feminist tepkilerinde, kültürel olarak kadını ölen kocasıyla birlikte yanıp kül olmayı dileyecek kadar erkeğin ilavesi olarak gören bir kabulün hakim olduğu Hint geleneklerinin etkisini bir şekilde hissetmek de mümkün. Çoğu zaman aşırı modernistler gibi aşırı feministler de bu bölgeden çıkıyor. Türkiye’de bu kadın tipinin niçin fazla yaygın olmadığı, üzerinde durmaya değer bir soru. İlk bakışta akla bunun Cumhuriyet’ten sonra kadınlara tanınan haklarla çok doğrudan bir ilgisi olduğu geliyor. İkinci ve akla yakın görüş, Türkiye’nin Batı ile Doğu arasındaki sınır konumunun sağladığı bir özgünlüğe işaret eder. Bu ara-lık konumu deneme ve yanılmaların olduğu kadar geçişkenliklerin de alanıdır. Daha farklı seviyede bir irdelemede ise, dindar olsun olmasın ülkemizin aydınlarının hayat, uygarlık ya da ideoloji tarafından kendilerine dayatılan sorulara sonuna kadar cevap arama bağlamında bir dayanıksızlık içinde olduğu söylenebilir. Bu dayanıksızlığı da Türkiye’nin batı ile Doğu, modernlik ile geleneksellik tartışmalarının arasında bir yerdeki konumuna bağlayarak açıklamak olası.

Batı üniversitelerindeki Doğu kökenli bilimkadınlarının bir kısmı, çalışmalarındaki derinleşme oranında karşılaştıkları kavramsal ve pratik sorunlar nedeniyle, feminizm konusunda daha eleştirel görünürler. Chandra Talpade Mohanty, ‘Feminist Akademisyenlik ve Sömürge Söylemleri’ başlıklı etkili bir makalede sosyal bilimlerdeki en son Batılı feminist metinlerde görülen ‘Üçüncü Dünya kadını’nın tekil bir yekvücud özne olarak üretiminin güçlü bir tahlilini sunmuştur. Mohanty, bu türden batılı akademisyenliğin Üçüncü Dünyanın kadınlarını türdeş bir topluluk olarak nasıl tesis ettiğini, sonra da bunu kültürel, tarihsel ve iktisadi hususi bağlamları silen belli sosyolojik ve antropolojik evrenseller temelinde bir tahlil kategorisi olarak nasıl kullandığını gösterdi. Kültürlerarası özdeş bir evrensel bağımlılığa dair bu pederane varsayım, Mohanty’ye göre aynı zamanda batı feminizminin değerlerini tartışmaksızın ayrıcalıklı kılarken, diğer yandan da Batılı ülkelerle Batılı olmayan ülkeler arasında işleyen baskıcı siyasi-iktisadi iktidar yapımlarına karşı da kayıtsız kalmaktadır. Benzeri eleştirileri feminist marksist yapısökümcü sosyolog Gayatri Spivak da dile getirmekte ve ‘tabi’ diye sözettiği kurtarılmak istenen kadının bir konumdan diğerine rızası olmaksızın kaydırılması üzerinde durmaktadır. Kurtarılmak istenen kadına bir ifade konumu tayin edilmemiştir; tabi öznenin konuşabileceği hiçbir zemin yoktur. Başka herkes onun adına konuşur, öyle ki ataerkilliğin veya emperyalizmin nesnesi olarak hikayesi sürekli yeniden yazılır. İleri çıkıp konuşabilseydi de nasıl bir muameleyle karşılaşacağını bilemezdik. (10)

Model üzerinden konuşmada sürekli bir eksiltme yaşanır: Doğulu bir kadın’dan sözedilecekse, bu kadın en azından Batılı kadın özne üzerinden incelenen, ölçülüp biçilen ve yeniden tasarlanan eksik, özselliği sorunlu ve kusurlu bir kadın olarak görünmektedir. Spivak’ın sözünü ettiği üzere sözkonusu olan kurtarılmak istenen kadını tarihin dayatılmış sessizliği içinden tekrar konuşturabilecek kurtarılmış bir ses olarak geri getirilmesi değildir, bu şekilde ‘izin verilmiş konumlar’ üzerinden konuşulan bir kurtarışta. Spivak, birinci dünya feministi kendini bir kadın olarak imtiyazlı hissetmekten vazgeçmeyi öğrenmedikçe, ‘tabi özne’ de araştıran öznenin otoritesini onu felce uğratmadan sorgulama yetkesini kazanmadıkça, böyle bir sorunun çözümlenmesinin zorluğuna değinir.(11)

Başörtülüler Spivak’ın tabi öznesine pek az benziyorlar kanımca, yine de en azından laiklik adına bilinçlendirilmek, şekillendirilmek istenen bir kesim oldukları düşünülürse, uyumlu olmadıkları ve itirazlarını ifade ettikleri için, aynı zamanda da Batı’ya verilmek istenen modern Türkiye fotoğrafını bozuma uğrattıkları için de hiç yoklarmış gibi bir muameleye maruz bırakılmışlardır. İletişim imkanlarının hayli geliştiği günümüzde başörtülüler hala bir taraftan konuşmalarına izin verilmiyorken, en azından konuşmalarına imkan tanıyacak ya da konuşma imkanlarını artıracak kanallardan uzaklaştırılıyorlarken aynı zamanda da ‘analitik düşünememe’ gibi bir suçlamaya maruz kalmaktadırlar.

Denilebilir ki işte başörtülü kızlar, bugün kendilerini doğrudan anlatma konusunda büyük bir mesafe katetmiş bulunuyorlar, sesleri yeteri kadar duyulmasa bile varlıkları fazlasıyla belirgin. Bu durumda sorunun en azından bir kısmının, belki de çözümü zorlaştıran bir kısmının bakan gözden kaynaklandığı söylenebilir. Başörtülü kızlar az çok Spivak’ın tabileri gibi, kadın özgürlüğü bağlamında önceden tespit edilmiş konumlara razı olmayacak şekilde bir özgürlük anlayışını dillendirdikleri için, kendini model olarak ileri süren Batılıları ve o kadın üzerinden kendini tanımlayan Doğulu, müslüman kökenli hemcinslerini rahatsız ediyorlar. Burada da sorun yine çok kadınca diye nitelendirilen bir şeye, zihinden çok görünüşe dönüyor.

Başörtülü müslüman bir kadın olarak toplumsal sorunlara duyarlıysanız, baskı altında tutulan, sindirilen, hayat mücadeleleri sırasında kişiliklerinin ve kimliklerinin çarpıtılmasına neden olacak dayatmalara maruz kalan bütün insanlarla ilgilenmeden edemezsiniz. Bunun yanında başınızı açıp da hala müslüman olduğunuzu söylemeye devam ettiğiniz takdirde de kendinizi, dinsel kimliğinizi yontmanıza dönük talepler bitip tükenmek bilmeyecektir. Bu yontma girişimlerinin en sonunda müslüman kadından geriye ne kalacağını kestirmek zor: Ufukta işaret edilen özsel kadın Batılı, Beyaz ve ‘görünüşüyle’ müslüman olmaktan uzak.

Kurtarılacak kadına ilişkin tasarılar, Yunan mitolojisindeki Prokrustes’i hatırlatıyor bana. Prokrustes düzenlediği baskınlarda yakaladığı yolcuların boylarını yataklarına uydurmak için kollarını ve bacaklarını kıran ya da çekerek uzatan bir hayduttur. Merve Kavakçı meclisten kovulduğunda, sosyal demokrat ve feminist kadınlar bunu eleştirmekten kaçındılar; oysa mecliste Kavakçı ile aynı düşünceye sahip sayısız erkek milletvekili vardı.

Resmi laik feminizmler analitik düşünceden yoksun saydıkları için başörtülülerin haklarını savunmayı reddederler; geriye kalan bütün kadınlar analitik düşünme yeteneğine sahiplermiş gibi. Türkiye’de sanki bütün kesimler analitik düşünebilmekteyken başörtülülerin bu nedenle okuma haklarının sınırlanmasındaki ironi çok açık. İnsanların bilimsel bilgiye dair şüpheciliği içselleştirmelerinin bir yolu üniversite eğitimidir ne de olsa.

Doğu’nun Kadınları, İslam’ın İstediği Kadınlar mı?
Doğu-Batı sorunsalını çoğaltan da her şeyden önce temsil biçimleri, dolaylı anlatımlar, şarkiyatçılık... Şunu iddia edebiliriz: Bugüne kadar kurtarılmak istenen ya da ezildiği, baskı altında tutulduğu ileri sürülen müslüman kadınla ilgili olarak doğrudan konuşmalar çok sınırlı olarak yapılabilmiştir. Oryantalist ya da şarkiyatçı tarafından tahayyül edilmiş olan konum gide gide izin verilmiş bir görünme ve seslenme konumuna dönüşmüştür. Zaman içinde meydana gelen bir başka değişim ise kendi kendinin oryantalisti olmaya gönüllü Doğulu ve müslüman kadınlardır. Muhsin Mahmelbaf’ın Kandahar Seferi’ndeki zorla burka giyen ve Afganistan içinde rahat hareket edebilmek için bir anlaşmayla bir erkeğin dördüncü karısı olmayı kabul eden kadın anlatıcı, yirmi yıldır ülkesinden kopuk olan ve Kanada vatandaşlığına geçmiş bulunan bir gazetecidir.

Müslüman kadınların kendi adlarına konuşması, doğrudan ve hakiki temsilleri, özgün anlatımları çok şeyi değiştirecek. Müslüman kadınlar kendilerini daha doğrudan anlattıkça sorun aynı zamanda abartılardan ve kurtarma operasyonlarına has işkence sahnelerinden de uzak yöntemlerle çözümlenme şansına kavuşacak.

Bu konudaki büyük karışıklık, Türkiye’nin AB’ne girme sürecinin red ve kabullerine de yansımakta. Müslüman kadın erkeğinin arkasında yer alan, düşünümsellikten yoksun, bedeni ve aklı konusunda bir sorumluluk taşımayan kadın olarak görülüyorsa, bu kadının benim kuşağım için bir model olamadığını söyleyebilirim. Annelerinin hayat tarzından büyük ölçüde kopmuş bir kadın kuşağıydı benim kuşağım; aileyi, evi, evliliği, okumaların, dinlemelerin, yorumların ve hayatın içinden yükselen soru ve taleplerin yardımıyla yeniden tanımlama iddiasına sahip çıkıyordu. Annelerimizin ev ve aileyle sınırlı hayatlarının hem bencilce olduğunu düşünüyorduk, hem de sınırlayıcı. Mutluluk kamusal olandaydı ya da başka bir açıdan kolektif hayatın ve cemaat ilişkilerinin bağlamında aranmalıydı. Kişiliğini ve kimliğini kocasının red ve kabulleriyle tanımlamış olan annelerimizin hayat tarzını, din anlayışlarını reddettik. Bir cemaate mensup olmasak da kendi cemaatimizi oluşturuyorduk, tefsir ve ilmihal çalışılan ev toplantılarında. İyi yazmaya, sanatımız içinde derinleşmeye, kendi içimize gömülmeye, inzivaya çekilmeye hakkımız olamazdı. Kendimize yönelik anlama çabasının getirdiği bir nokta, anlatma ihtiyacıdır. Bunun için de farklı kadın gruplarıyla biraraya geliyorduk. Kitap okumak tabii ki önemliydi ama daha önemli olan işte halkla buluşmayı bir şekilde sağladığı hissini uyandıran faaliyetlerdi. İnancı yeniden tanımlamak, derinleştirmek, yaşamak gerekirdi. Evler sıradan evler olmamalıydı ve çoğu kez olmuyorlardı da. Evler sıradan evler olamazdı, hele ki annelerimizin yaşadığı evler gibi asla. Çekirdek aile modelinin yüceltildiği tüketim ideolojisinin karşısına nasıl bir aile yapısı ile çıkacağımız sorusu hep vardı. Şu çok açık görünmese de hissedilen bir olguydu: Annelerinden kopmuş bir kadın kuşağıydı bizim kuşak; aileyi, evi, evliliği, okumaların, dinlemelerin, yorumların ve hayatın içinden yükselen soru v etaleplerin yardımıyla yeniden tanımlama iddiasına sahip çıkıyordu.

Doğu’nun kadınları, İslam’ın istediği kadınlar mı? Bu soruyu çok küçük yaştan itibaren kendime sordum. Çoğu kez bir savunma güdüsüyle hareket ettiğimiz söylenebilir. Doğulu ve müslüman duyarlığımız her zaman tetikte; bu yanlarımıza yönelik bazen şiddetle bazen istihza ve aşağılama ile yönelen müdahaleler nedeniyle.

Doğulu ve müslümanız, tamam ama annelerimizden de farklıyız, kadın olarak. Bunun bir nedeni bizden önceki dindar kuşakların kamusal alanla ilişkilerindeki kopuklukta aranmalı. Bizler ise kamusal hayatta yer alma gerekliliğiyle eğitildik. Mutlu aile yaşantıları ile yetinemezdik. Bir erkeğe sırf erkek olarak yaratıldı diye din adına ya da gelenek adına saygı gösteremezdik. Erkeklik de kadınlık da doğuştan getirilen özellikler yanında kişisel çabalarla var edilen nitelikler. Kadınlar ve erkekler gerçekten kadın ve erkek, bunun için de gerçekten insan olmalılar diye düşünüyorduk. Bu da insanın tarihin, toplumun ve tabiatın kendisine yüklediği bütün yükleri sürekli sorgulamasıyla mümkün.

Modern öncesi zamanların tarihi, kadının en azından dil olarak ortada olmadığı dönemlerin tarihi. Bu kadınların var olmadığı, varoluşsal sıkıntılar yaşamadığı, sanatla ilgilenmediği, eserler vermediği anlamına gelmiyor. Ama eğer güçlü değillerse, güçlü ailelere mensup değillerse, kadınların kolayca ezilmesini, bastırılmasını, kendilerini yitirmesini, dolayısıyla da çarpıklaşmasını ve zayıf düşmesini sağlayan bir ilişkiler düzeneği hala mevcut. Buna karşılık kadın sorunlarının çözümünün bir güç mücadelesi olarak algılanmaması da gerekiyor ama mevcut sorunların karmaşıklığından beslenen popülist yorumlar kolaylıkla bunu getiriyor. Daha fazla kadın olmak artık sanki daha fazla kadına ilişkin reklamcı ve modacı imgelerine yerleşmekle mümkün. Oysa bu imgeler, medyatik sublimasyonlarla var edilen plastik bir kadınla ilgili. Aslında akılcı ve fetihçi başlangıcıyla ‘eril’ bir niteliği olan modern uygarlık dişil bir evreden geçiyor.

Bu anlamda Batı’da kadın hakları alanında var olan kazanımın aynı zamanda karşı cinste bir kayıpla birlikte gerçekleşmekte olduğu söylenebilir. Bu bizim için öğretici bir bozulma. Hukuksal, siyasal ve sosyal anlamda adaletli bir muameleyi savunurken, dinsel bilincimizin sağlamasınının beklenebileceği, cinsel kimliklerin özgünlüğünü korumaya dönük bir duyarlılık için de çaba göstermek gerekiyor.

Türkiye’de bu alanda aldığımız yol hayli çarpıcı. Ben 1980’lerin başında Yeni Devir gazetesinde yazarken, kadın olarak kendi ismimi kullanmak suretiyle yazı yazdığım için büyük bir destek aldığım gibi kınamalara da maruz kaldım. 1985 yılı civarında Güneydoğulu bir alimin, ‘gazetede yazı yazan müslüman kadınları gördükçe müslüman olarak haysiyetim zedeleniyor’ dediğini duydum. 1990’da Ankara’da bir panele davet edilmiştim ama bu panel erkeklerle kadınların karışık oldukları bir paneldi ve böyle bir programa katılabilir miydim, bu tartışmaya açılan bir konu oldu. 1994’te Bakü’de, ev sahibem olan doçent hanımın başörtümü görünce çok rahatsız olduğunu farketmiştim. İyi müslüman olmanın başörtüsü şartına bağlanması, onu çok rahatsız ediyordu ve başörtülü kiracısı olarak ben, bu nedenle sıkıntı duymasına yol açmıştım. Bakü meydanlarından birinde Azad Kadın Heykeli vardır. Sosyalizmin kendilerini kölelikten kurtardığına inanan ilmi işçi sınıfının başörtüsüne sempati duyması o kadar kolay değil. Diğer tarafta Yugoslavyalı gazeteci ve şair Melike Salihbegoviç, çarşaf giydiği için hırpalanan anneannesiyle ilgili hatıraları nedeniyle günün birinde başını örtmekle kalmadı, bir süreliğine çarşaf da giydi. İranlı İslamcı kadınlardan, devrime çarşafla katılmış olan Mahbube Abbasguluzade, sonraki dönemlerde kadınların hukuksal seviyede ayrımcılığa maruz kalmaları nedeniyle, kendini ‘İslamcı feminist’ olarak tanımlamaya başladı. Durgun, tek, sabit bir örnek yok. Türkiye’de 80’li yılların başörtülüleri, modern dünyada nasıl müslüman olunacağını yaşayarak öğrenmeye çalışan öznelerdir. Bizim kuşak dini kaynaklarla araya konulan alfabe ve hayat tarzı uçurumunu aşmaya çalışan, bunu da çok kısa bir zamanda ve büyük bir açlıkla yapmaya çalışan bir kuşaktır. Modern dünyada dinin imkanlarını araştıran ve onaylarını mümkün kılan yeni bir dil, yeni bir konum, yeni bir hayat tarzı arayışı sözkonusudur.

Sonuçta bütün bu yaşananların hantal ve insanlara saygısız modernleşme politikalarından bağımsız değerlendirilemeyeceği de açık. Çarşafla mücadele kampanyalarını, çirkin mürteci tiplemeleriyle sanatını sürdüren karikatürist modelini, halkevi sahnelerinde çarşafını atarak modernleşen medeniyet meleklerine ilişkin gösterileri henüz arkamızda bırakmış değildik. Açık ki İlhan selçuk’a ait bir tanım olan Gardrop Atatürkçülüğü’nün uygulamada kazandığı içerikler, islamcıların gündemlerinin de geçen zaman içinde daha ziyade görünüşle ilgili başlıklarla kaplamasına neden olmuştur. Türkiye modernleşmesinin insan hakları, özgürlükleri, eleştirel akıl, katılım bağlamındaki başlıkların uygulamaya dökülmesi olarak gerçekleştiği söylenemez. İslamcıların gündemi ise Sezai Karakoç’un ifadesiyle, yüz yıl önceki İslamcılarınkine nispeten daha yüzeysel görünüyor. İbrahim Tatlıses, ‘Urfa’da Oksford vardı da okumadık mı?’ diye soruyor. Türk kadınları ve bütün doğulu kadınların normal olarak kişiliklerine, inançlarına, muhitlerine saygılı yaklaşımlarla varedilen kendini geliştirme, ekonomik özgürlüğe sahip olma, sosyalleşme, toplumuna yararlı olma imkanlarını geri çevirmeleri beklenemez. Oysa bizde modernlik ve geleneksellik gibi doğululuk ve batılılık da hala fazlasıyla görünüşler üzerinden anlaşılmakta ve tartışılmaktadır.

Şekilci, özensiz modernleşme politikalarına karşı bir tepki vardı ve İslamcılık bu tepkiye karşı modernleşmeden vazgeçemeyen bir dindarlığın da arayışıydı. Modern bir dünyada dindar olarak yaşamanın yolunu arıyordunuz böylelikle. Zaten en baştan bunu seziyor ve dile getiriyordunuz: Kadın ikinci sınıf insan değildir. İnsanlar sırf erkek yaratıldıkları için daha üstün ve imtiyazlı olamazlar. Simone de Beavoire ‘kadın doğulmaz, kadın olunur’ demişti. Bu söz erkekler için de geçerlidir: Erkek doğulmaz, erkek olunur. İnsan bir cinsle, bir kimlikle dünyaya geliyor ama kendi çabasıyla kimliğini geliştirme yükümlülüğüyle değer kazanıyor.

Sonuç olarak halihazırda Doğulu kadınların yüzyüze bulunduğu sorunların Batılı hemcinslerini de bir ölçüde etkilemekte olan üç ana başlığı olduğunu söyleyebilirim: Kadınla ilgili eski olumsuz yargılar, kadınların özgüven yoksunluğu ve kadınların ekonomik bağımlılığı. Kadının bir birey olarak değil de himaye edilmesi ve vesayet altında tutulması gereken eksik bir cins olduğuna ilişkin yargı, bu başlıkların hem nedeni hem de sonucu olmaya devam ediyor.

Buna karşılık Batı’da bazı ülkelerde gerçekleşmiş bulunan insan haklarıyla ilgili yüksek standartların, Doğulu kadını baskılayan bir model olarak ileri sürülmesi de bir problem. Dünyayı değiştirme isteği, onu anlama isteğine hakim oldu, diye yazıyor Margeret Yourcenar. Doğulu kadına daha insani bir hayat sunmak, onun bireysel olarak seçme ve seçilme hakkını tanımak, ekonomik ve sosyal olarak, kültürel olarak hayat standartını yükseltmek, ona kişiliğini güçlendirecek bir takım imkanlar sunmak ve yeni yaşam seçenekleri yaratmak demektir. Vatandaşlık açısından eşit haklar ve daha iyi sosyal koşullara sahip olmak, bütün kadınların hakkı ve bugün bu hakkın Batı modeli üzerinden konuşuluyor olması, Doğu’yu aşağılamamızın bir nedeni olamaz. Batı ulaştığı standartlar itibariyle bir model, bu arızi modellik konumunun doğulu kadının üzerinde ayrıca bir baskı oluşturması ise bir problem. Bu kaçınılmaz modelliği doğulu kadının kimliğinin üstüne çıkarmayabilmek, kendini tanımlama becerisiyle, dolayısıyla dil ve kültür alanındaki söz söyleme yetisiyle çok ilgili bir başarı olurdu. Yani "modellik" sadece teknik bir kavram olarak görülebilir, Doğulu veya Batılı olmayan, kendini Batılı hissetmeyen herhangi bir kadını ikinci sınıf bir Batılı kadın yapma iddiasının haklılığını ve meşruiyetini temsil edemez... Bir sosyal adalet sistemi bağlamındaki öncü çabalar açısından Batı’yı örnek almanın tartışılacak bir yanı da yok. Doğulu kadının kişiliğinin baskı ile çarpıtılmamasına, ezilmemesine, hijyene, eşitliğe, başkalarının namus anlayışı yüzünden öldürülmemeye, aile ve toplum hayatında katılıma ve söz hakkına, yeteneklerini geliştirmeye, sevmeye ve sevilmeye ihtiyacı var. Doğulu kadının kendi adına konusabilme kapasitesini kazanabilmesi, ‘kendiliği’ ve mahremiyeti konusundaki duyarlılıkları gerektiriyor. Ayrıca açık ki Doğulu kadının kendisi için çok önemli saydığı değerleri var. Bunları yok saydığınız takdirde özgürleştirdiğiniz kadını Prokrustes misali yöntemlerinizle sakatlamış olabilirsiniz.

Doğulu kadının Batılı hemcinsinin kamusal-özel ayrımında mahrum kaldığı erdemlerinin muhafazası da çok önemli. Şiddetin eğitim öğretim kurumlarına sıçradığı ve sahipsiz sokak çocuklarının yanı sıra devlet kurumlarına terkedilen çocukların da yeteri kadar güvende olmadığı düşünülürse, kimse kadınların geleneksel de denilebilecek şefkat, merhamet, özveri, diğergamlık gibi erdemlerinin önemini yadsıyamaz. Anneliğin ve ev kadınlığının ücretsiz işçilik olarak algılanmasını getiren yanlış yorum ve uygulamaların değişmesi için herkesin birlikte gayret göstermesi gerekiyor.

Öncelikler daha doğru sıralansaydı, daha iyisi olabilir, daha mükemmeli gerçekleşebilirdi. Doğulu kadın Batılı kadın modeli üzerinden konuşuldukça, kurtarılma süreci asla tamamlanamayacak bir tabi’ye de dönüştürülüyor. Bu aslında aynı zamanda Batılı olmayan kadının sürekli doğululaştırılması gibi bir işlem koyuyor ortaya. Araç bizatihi mesajdır. Kaba öğretmenlerin bilimsel bilgisi öğrencileri doğru yola getirmeye yetmez. Sorunların ifadesinde olsun, çözümünde olsun, yeteri kadar hassas olunmaması, yeni sorunlara yol açıyor. Başörtüsü sorunu, adı ‘türban’ konulduğu için de çözümlenmiyor mesela: Türban, kullananların rızası hilafına kullanımı geliştirilen bir isimlendirme; tartışmalar da aynı şekilde tartışılanlardan kopuk.

Bununla birlikte ‘Doğulu kadının genel bir tanımı yapılabilir mi?’ sorusu hala var. Rus kadını da Doğulu bir açıdan, yapısı, itaatkarlığı, teslimiyetçiliği Rus kadınını tam anlamıyla doğulu kılıyor. Türk kadını çoğu zaman İspanyol, Brezilyalı, İtalyan hemcinsiyle benzerlikler gösterebiliyor. Namus cinayetleri de sadece Türkiye’nin güneydoğusu’na has değil; Balkan’larda da sürüyor bu cinayetler. Saf Batılı hissiyatı açısından Batı, Kıta Avrupası’yla sınırlıdır zaten; kendini gerçek Batılı olarak görenler İspanyolları, İtalyanları Avrupalı saymıyorlar. Türkiye’nin AB’ne girmesine en çok Avusturya’nın tepki göstermesi salt Viyana kuşatması kompleksiyle açıklanamaz. Avusturya küçük bir ülke olsa da Batı geleneğinin, büyük imparatorlukların en köklü temsilcisi konumunda görüyor kendini hala. Bu kadar itirazı, tepkisi, saf Batılılığı inancından da kaynaklanıyor.

Tek bir doğulu kadın tanımı imkansız sanırım; Batılı kadının tek bir tanımının yapılamayacağı ölçüde. Afganistanlı burkalı bir kadınla İranlı çarşaflı bir kadını her zaman aynı kefeye koyamazsınız. İranlı sinema yönetmeni Tehmine Milani’yi, bir erkeğin dördüncü karısı olmaya rıza gösteren Suudi Arabistanlı hemcinsiyle bir tutamazsınız. Doğulu kadın bağlamında; genel bir tanım yapılmasa da, ortak yönler çıkarılabilir. Bu da Doğulu kadının katılımı ve doğrudan anlatımlarıyla birlikte yapılabilir. Sorunların çözülürken yeni sorunlara sebep olmaması için de bu katılım ve söz hakkı çok önemli.

Doğulu kadını kendi koşulları içinde değerlendirelim ama Batı üzerinden konuştukça kurtulunması imkansız bir doğululaştırmayı sürdürmeksizin; doğulu kadının pozitif pek çok özelliği var; onları ön plana çıkaralım ama aynı zamanda ona tüm dünya kadınlarında olmasını dilediğimiz hakları tanıyalım. Bunu yaparken de doğulu kadının kendi adına konuşmasına dikkat edelim, onun yeni vasisi rolüne soyunmak yerine. Burkalı Afganistanlı kadın konuşsun, çarşaflı İranlı kadın, başörtüsü örtmek istemeyen İranlı kadın, türbanlı yemenili başı açık Türkiyeli kadın kendi adına konuşsun.

Dipnotlar
1- Gregory Jusdanis Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür, sf. 135, 1998. Metis,
2- Rana Kabbani, Hayali Doğu, sf. 153, Bağlam, 1993.
3-Ümit Aktaş, Osmanlı Çağı ve Sonrası, I. C., sf. 450-451, Bakış Yayınları .
4-Thierry Hentch, Hayali Doğu, Ayrıntı, sf. 282.
5-Cihan Aktaş, Abdulkerim Suruş’a Göre Demokrasi İçin Tasavvuf Kültürü, Yarın dergisi, Mayıs 2005.
6-Camille Paglia, Nefertiti’den Emily Dickinson’a Sanat ve Dekadans, Epos, sf. 492.
7- Kabbani, a.g.e, sf. 159-160.
8- A.g.e., sf. 77.
9- B. Sayyid, Fundamentalizm Korkusu, sf. 26-28, Vadi, 1. baskı, 2000 10- 11- Robert Young, Beyaz Mitolojiler, 252-254, Bağlam, 2000.
.

Hiç yorum yok: