Ömer ÇAHA, Fatih Universitesi
.
Türkiye’nin Avrupa Birliği adaylığı siyasal partilerin önemini bir kez daha gündeme getirmeye başlamıştır. Zira Türkiye’yi birliğe ortak olacak şekilde iktisadi, siyasal ve sosyal reformlara hazırlayacak olan siyasal partilerdir. Bundan da önemlisi Türkiye’nin adaylığa üye olarak kabul edildiği AB ülkelerinde siyasal partiler demokrasinin merkezini, hatta deyim yerindeyse mabedini oluşturmaktadırlar. Türkiye’nin AB üyeliğinin önündeki en önemli engel ekonomik sorunların yanında demokrasi ve insan hakları alanında karşımıza çıkmaktadır. Türk siyasal partilerinin Türkiye’yi birliğe hazırlaması ekonominin yanında siyasal alanda atacakları köklü reformlarla mümkün olabilecektir. Bu da her şeyden önce partilerin demokratik olmasını zorunlu kılmaktadır. Türkiye’de siyasal partilerin demokrasiyle ciddi problemleri bulunmaktadır. Bu problemler siyasal partileri bir cenderede tutan “dışsal” faktörlerin yanında, siyasal partilerin zihniyetinden ve yapısal özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Bu çalışmada Türkiye’deki siyasal partilerin AB’ye ne kadar hazır oldukları sorusunun cevabı, siyasal partileri kuşatan dışsal faktörlerle, bu partilerin kendi söylemlerinin analiz edilmesinde aranacaktır.
.
Batı Avrupa’da Siyasal Partiler
AB ülkeleri hiç kuşkusuz on dokuzuncu yüzyıldan itibaren Batıda gelişmekte olan demokratik sistemi ve bu sistemi ayakta tutan değerleri canlı biçimde sürdürün ülkelerdir. Bu ülkelerde demokrasi geliştikçe siyasal partiler ön plana çıkmış ve demokrasinin taşıyıcı öğeleri olmuşlardır. Siyasal partiler on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren, sosyal ve ekonomik farklılaşmayı siyasal alana çekme, siyasal katılım yoluyla kitlelerin yönetime ortak olmasını sağlama ve iktidarı toplumsal gruplara dayandırma gibi işlevleri üstlenmek üzere gelişmişlerdir. Toplumsal farklılaşmanın siyasal alandaki meşru temsilcileri olarak siyasal partiler toplumda yükselen değerleri yönetime taşıyan, böylece yönetimi toplumun etkisine açık tutan aracı kanallar olmuşlardır. Toplumla devlet arasındaki işlevine bakıldığında siyasal partilerin toplumu devletin öncelikleri doğrultusunda mobilize etmekten çok, devleti toplumda yükselen değerler doğrultusunda harekete geçirdikleri görülür.
Genel olarak siyasal iktidarı toplumsal denetime açma işlevi gören siyasal partiler gayet doğal olarak toplumda yükselen değerlerden de etkilenmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrası döneme kadar Batıda siyasal partiler toplumsal sınıflar düzeyindeki ayrışmanın ve bu ayrışmanın doğal sonucu olan çatışmaların siyasal alandaki yansıması şeklinde gelişmişlerdir. 1950'lere kadar genel olarak “burjuvazi”yi temsilen gelişen merkez sağ partiler ile “emekçi” kitlelerini temsilen gelişen merkez sol partilerin yaygın olarak siyasal arenada boy gösterdiği görülmektedir. Bu tür ayrışmanın tipik örneğini İngiltere’de on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında parlamentoda mücadele eden Torry’lerle Whig’lerin doğal uzantısı olarak, emekçi kesimlere hitabeden İşçi Partisi ile üst sosyal kesimlere hitabeden Muhafazakar Parti oluşturmaktadır. 1950’lere kadar siyasal partiler arasındaki mücadelenin genel olarak “materyal” değerler üzerinde seyrettiği görülmektedir. Sosyal kesimlerin yaşam standartlarını iyileştirmek, ticari faaliyetlerin önündeki engelleri kaldırmak, yatırım ve kalkınmaya hız vermek, sosyal hakların yaygınlaşmasını sağlamak gibi materyal değerler siyasal partilerin bu tarihe kadar siyaset arenasında vurguladıkları söylemler olmuştu.
Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’da doğan refah imkanları toplumsal düzeyde “post-materyal” değerlerin yaygınlaşmasına yol açtı. Bu da yükselen değerleri vurgulayan yeni siyasal partilerin doğmasının yanı sıra mevcut partilerin yeni değerler ekseninde siyaset yapmasını sağladı. Hıristiyan Demokrat Partiler, Radikal Partiler, Yeşil Partiler gibi yeni partiler tamamen yeni değerlerin ortaya çıkardığı partilerdir. Bununla birlikte kadın hakları, temiz çevre, silahsızlanma, dini haklar, bireysel özgürlükler, katılım imkanları, yerel değerlerin kabulü, lokal kimliklerin tanınması ve çoğulculuk gibi değerler Batıda “post-materyal” değerler çerçevesinde değişik siyasal partilerin gündemine girmeye başlamıştır. Gerek sağ yelpazede, gerekse sol yelpazede bu tür değerlere kayıtsız siyasal parti kalmamıştır. Partiden partiye dozajı değişmekle birlikte tüm partiler bu değerleri programları ve söylemleri arasına almışlardır.
Bu noktadan hareketle İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasının genel olarak Batı Avrupa’daki siyasal partiler için iki dönem oluşturduğunu söylemek mümkündür. Siyasal partilerin söylemi ve yapısı bakımından bu iki dönem arasında önemli farklar bulunmaktadır. Ancak siyasal partilerin devlet ve toplumla ilişkilerinde değişmeyen bir trendin devam ede geldiği görülmektedir. Devletle ilişkisi itibariyle siyasal partiler devletin ana odağını teşkil etmiş ve siyasal iktidarın merkezini oluşturmuştur. Üçüncü Dünya demokrasilerinde görülmekte olan “devlet” alanı ile “siyasal” alan gibi bir ayırım buralarda görülmemektedir. Siyasal alanla devlet alanının birleştiğini ve siyasal partilerin bu iki alanın bileşkesi olan siyasal iktidarın temel aktörleri haline geldiğini görmekteyiz. İktidara taşınan siyasal partiler askeri ve sivil bürokrasiye kumanda ederek devlete, temsil ettiği toplum adına mutlak anlamda hükmedebilmektedir. Son yıllarda Avrupa sathında iktidara ortak olan bir takım marjinal veya radikal partilerin bile devlet üzerinde ne kadar etkili oldukları, devletin dış politikasından iktisadi politikalara kadar belirleyici oldukları Apo olayı vesilesiyle İtalya’daki koalisyonun tutumundan anlaşılmıştır. Toplumla ilişkisi bakımından siyasal partiler toplumsal grupları veya kitleleri “himaye” edici bir işlevden ziyade bu grupları siyasal platformda temsil edici bir işlev görmektedirler. Başka bir ifade ile, siyasal partiler toplumsal yaşamın nabzını eline alarak toplumsal güdüleri belirleyen, bu anlamda toplumu devlet adına sevk ve idare eden aktörler değildir. Aksine toplumsal katılım ve egemenlik için aracılık gibi bir işlevsel misyonu yerine getiren aktörlerdir.
Siyasal partilerin Batıdaki demokrasilerin ana omurgasını oluşturduklarını rahatlıkla söylemek mümkündür. Bu yönüyle siyasal partiler, toplumla devlet arasındaki dayanışmayı, özellikle toplumun yönetime katılımı ve iktidarı denetimi temeli üzerinde sürdürerek sistemin ekonomi, kültür, eğitim gibi alanlarına mutlak anlamda hükmedebilen aktörler durumundadırlar. Bu bakımdan Batıda demokrasi partilerle, özellikle çok partili sistemle özdeşleşmiştir. Siyasal partilerin sistem içindeki ağırlıkları, bu partilerin demokratik siyasal felsefeleri ve yapısal özellikleriyle de pekişmektedir. Batı Avrupa’da siyasal partilerin “lider sultası” ya da “karizması”na dayalı bir yapıdan çok, bir program ve siyasi zihniyet etrafında oluşan bir yapıda oldukları görülmektedir. Buradaki siyasal partilerde yaygın olan parti içi demokrasi, parti mensuplarının sesini tavana ilettiği gibi, tabanın tavanı denetlemesine de imkan vermektedir.
Siyasal partiler bu dünyada sadece sistem içindeki konumları ve yapısal özellikleri itibariyle demokratik özellikler taşımakla sınırla kalmaz, aynı zamanda demokratik değerleri ve söylemleri üstlenmeleriyle de demokrasinin ana direklerini oluştururlar. Batıdaki siyasal partilerin (Sosyalist partiler dahil) büyük ölçüde “total”, “kuşatıcı” ve “devrimci” ideolojilerden arındıkları; bunun yerine bireysel hak ve hürriyetlere yöneldikleri görülmektedir. Sosyalizmin çöküşüyle birlikte dünyada yükselmekte olan bireysel hak ve hürriyetler, demokratik Batı Avrupa’da zaten öteden beri devam ede gelen siyasal değerlerdi. Sosyalizmin çöküşüyle birlikte bu tür değerlerin dozajı daha da artmıştır. Bugün AB ülkelerinde sağ veya sol yelpazede yer alan siyasal partilerin çıkış noktası “sistem”, “devlet”, “resmi ideoloji”, “rejim” veya benzeri kuşatıcı, kapsayıcı kavramlar değil; doğrudan doğruya “birey”, “hak”, “hukuk”, “katılım”, “kimlik”, “özgürlük” gibi kavramlardır.
Batıda bu değerlerle problemi olan partiler neredeyse yok gibidir. Sosyal demokrat partiler önceleri sosyalizmle kapitalizm arasında büyük bir kafa karışıklığı yaşamış, ancak 1950’den itibaren yönetime ortak olmaya başlamalarıyla birlikte demokratik sistemi kabullenmiş, bu sistemin merkezi değerleri olan ve liberal dünya görüşünden neşet eden değerleri paylaşma noktasına gelmişlerdir. Sosyal demokratların dışında bazı ülkelerde ideolojik eksende siyaset yapan Komünist veya radikal çevreci gibi marjinal partiler de sosyalist blokun yıkılmasıyla birlikte sistemi ilgilendiren “büyük” kavramlardan çok bireyi ilgilendiren “özel” kavramlar ekseninde siyaset yapmaya başlamışlardır.
Toplumsal yapı da Batı dünyasında siyasal partilerin söylemi, zihniyeti ve değerleriyle demokratik olmasına eşlik etmektedir. Bugün bilgi toplumu parametresinin toplumsal değerleri sarmaladığı veya en azından buna yönelik adımların atıldığı bir dünyada kurumların, değerlerin, sistemlerin temel hedefi insanın mutluluğunu sağlamak olmaktadır. İnsandan hareketle toplumun nabzı birey ekseninde atmakta, bu böyle geliştikçe de ideolojik komünal yapılar bertaraf edilmektedir. Bu bakımdan Batıdaki partilerin çıkış noktası, referansı ve sürükleyici gücü devlet, rejim, devrim veya sisteme vurgu yapan ideolojiler olmaktan çıkmıştır. Aksine birey, hak, hukuk, bilgi toplumu, özgürlük, kimlik tanınması gibi değerler bu partilerin itici gücü, söylemi ve hedefini oluşturmaktadır.
.
Türk Siyasal Partilerinin Önündeki Dışsal Engeller
Türkiye’de siyasal partiler, yapısal ve zihniyet özelliklerinin dışında kendilerini çepeçevre kuşatan çok sayıda faktör tarafından demokratik bir yapıya kavuşma konusunda engellenmektedirler. Siyasal partilerin önündeki en önemli engellerden biri bu partilerin taşıyıcılığını yapmak zorunda kaldıkları resmi ideolojidir. Yukarıda değinildiği gibi bugünün dünyasında inişe geçen en önemli kavram hiç kuşkusuz “ideoloji” kavramıdır. Özellikle devrimci, dönüştürücü, total ideolojilerden bugünün dünyasında şiddetle kaçınılmaktadır. Bu tür ideolojilerden biri olan faşizm İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Avrupa’da tarihe gömülürken, sosyalizm merkeziyetçi devletler elinde suni bir şekilde 1980’li yıllara kadar sürdürülebilmiştir. Ancak sosyalist blokun yıkılmasıyla birlikte en kapsamlı “devrim ideolojisi” olan sosyalist ideoloji de inişe geçmeye başladı. “Devletçilik”, “merkeziyetçilik”, “kumanda ekonomisi”, “tekçil resmi ideoloji”, “devrimcilik” gibi değerler de bu inişe eşlik etmiştir. Bu değerler sadece daha önce yaşadıkları bölgelerde değil, bütün dünyada irtifa kaybetmekte, bunun yerine dünyanın değişik yerlerinde demokrasi ve demokrasiyi besleyen değerler yükselmektedir.
Türkiye’de siyasal partilerin sorunu tam da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de hem siyasal yaşamı, hem de sosyal yaşamı keskin biçimde kuşatan bir resmi ideoloji bulunmaktadır ve bu resmi ideoloji dünyada “bilgi toplumu” ekseninde yükselmekte olan değerlere kendini adapte etme gereği görmemektedir. Eğitim anlayışından, yasal mevzuatına kadar toplumun her alanında görülmekte olan resmi ideoloji kapalı ve dogmatik özellikler taşımaktadır. Resmi ideolojinin besleyici değerleri olan “tekçilik”, “ulusçuluk”, “devrimcilik”, “devletçilik” gibi değerlerin bugünkü içeriği 1930’dan farklı değildir. Hatta bu değerler 1930’larda salt toplumsal değişimin lokomotifi gibi bir işlevle sınırlı iken, bugünlerde kendilerine “kutsallık” atfedilmiş ve birer tabu haline getirilmişlerdir. Demokrasilerin inişte olduğu 1930’lu yıllarda bu değerleri değiştirmek söz konusu olabilmekteydi. Ne var ki bugün yasaların güvencesine alınan bu değerleri bırakın değiştirmek, sorgulamak bile mümkün değildir. Dolayısıyla resmi ideolojinin omurgasını oluşturan değerler bugün 1930’lu yıllara göre daha dogmatik ve daha kapalı hale gelmişlerdir.
Resmi ideoloji sadece devlet için bir referans çerçevesi oluşturmakla sınırlı kalmamakta, kurgusu ve vurgusu itibariyle bütün kamusal aktörleri ve kurumları kendisinin hadimi olarak kabul etmektedir. Kamusal varlığın bir parçası olan siyasal partilerin öncelikli hedefi ve görevi her şeyden önce “resmi ideolojinin” hizmetinde olmaktır. Demokrasiyle hangi ölçüde bağdaştığı ciddi biçimde kuşku götüren resmi ideolojiyi siyasal partilerin kuşatıcı referansı haline getirince, Türkiye’de siyasal partiler ister istemez birey, hak, hukuk ve piyasaya hizmet etmek yerine devlete ve onun âli menfaatlerine hizmet etmek zorunda kalmaktadırlar. Bugün iktidara ortak olma şansı bulunan tüm partilerin aşağı yukarı aynı referansları zorunlu olarak kabul etmeleri demokratik parti görünümüne kavuşmak açısından son derece dikkat çekici bir engelle kuşatıldıkları anlamına gelmektedir.
Türkiye’de resmi ideoloji reel toplumdan bağımsız olarak formüle edilmiştir. Varolan toplumu esas almayan resmi ideoloji, toplumu dönüştürerek devleti ve milletiyle bütünlük arz eden total, ideolojik bir ulus kavramına ulaşmaya çalışmaktadır. Ulusun özellikleri ve parçaları mevcut toplumun etnik, dinsel ve alt kültürel özelliklerinden bağımsız olarak ortaya konmuştur. Siyasal partiler de öncelikli olarak bu bütünlüğü ideolojik düzeyde benimsemek durumunda olan kamusal organizasyonlardır. Bugün Batı dünyasında demokrasi siyasal katılımdan çok, “temel hak ve hürriyetler, “kimlik hakkı”, “grupsal farklılaşma” ve “grupsal tanınma” politikaları ekseninde ilerlemektedir. Demokratik ülkelerde kimlik hakkı konusunda yasal çerçevede somut adımlar atılmamış olsa da etnik, din veya mezhep eksenindeki kimlikler farklı ve meşru varlıklar olarak kabul görmektedir. Türkiye’de siyasal partiler mevcut toplumsal oluşumlara değil, resmi ideolojinin ortaya koyduğu “var olması gereken” topluma hizmet etmek, programlarını da böylesi hipotetik bir toplum omurgası üzerinde inşa etmek zorundadırlar. Böyle olunca Türkiye’de siyasal partiler sosyal farklılaşmayı sağlayan, dinsel veya etnik hakları kapsayan tarzda siyasal projeler geliştirememektedirler.
Siyasal partilerin demokratikleşmesini sağlayan ciddi engellerden biri de siyasal partilerin misyonunu, görev alanını ve yetkilerini tanımlayan yasal mevzuatta görülmektedir. Siyasal partilerle ilgili yasal mevzuat siyasal partileri her şeyden önce resmi ideolojinin hizmetinde görmekte ve onlara bu yönde misyon yüklemektedir. Anayasanın ilgili hükümleri, Siyasi Partiler Kanunu ve düşünceyi düzenleyen Ceza Kanunu maddeleri siyasal partilerin tepesinde demoklesin kılıcı gibi durmaktadır. Mevzuatı esas aldığımızda içinde merkez sağ partilerin de bulunduğu hemen hemen tüm partilerin her an kapatılma riskinin bulunduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır. Refah Partisini kapatmak için ileri sürülen gerekçeler biraz zorlanarak DYP ya da ANAP gibi partiler de rahatlıkla kapatılabilir. İrticaya prim verdikleri, Altı Ok çerçevesinde şekillenen Atatürkçülüğe aykırı davrandıkları gibi gerekçelerle bu partilerin kapatılması mevcut yasal mevzuata fazla da aykırı düşmemektedir.
1924 yılında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, programında yer alan “parti dini haklara saygılıdır” ibaresi yüzünden kapatılmıştı. Bu partiyi o tarihlerde kapatan yasal mevzuat bugün için değişebilmiş değildir. Şayet dini haklara vurgu yapan partiler bugün kapatılmıyorlarsa bu Türk hukuk mevzuatının demokratik bir çizgiye geldiğinden değil, Türkiye’nin bütünleşme arzusunda olduğu Batı medeniyetinin iktisadi, siyasi ve kültürel değerleriyle Türkiye’yi çepeçevre kuşatmasından kaynaklanmaktadır. Batı medeniyetinin yükselen değerleri Türkiye’nin yasal mevzuatını tam anlamıyla demokratik bir noktaya getirmemiş olmakla birlikte siyasal pratiğine kısmen de olsa hükmedebilmektedir. Buna rağmen Türkiye sadece Batılı ülkeler arasında değil, aynı zamanda çok partili demokratik yapıya sahip olan ülkeler arasında da en fazla parti kapatma geleneğine sahip olan bir ülke konumundadır.
Türkiye’de kurulan siyasal partiler program ve tüzüklerinde öncelikli olarak kendilerinin Atatürk ilke ve inkılaplarına göre hareket etme niyetinde olduklarını beyan eder; başka bir deyişle takriri iman eder; ondan sonra parti şeması, teşkilatı, disiplini ve felsefesi gibi hususlarda ilkeler geliştirirler. Bu noktadan hareket edildiğinde aslında siyasal partilerin demokraside sosyal, iktisadi ve siyasal farklılaşmayı siyasal arenaya taşıyıcı unsular olmaları hasebiyle farklı organlar olmaları gerekirken; hepsinin aynı refleksten hareket eden, aynı değerlere vurgu yapan total bir yapının parçalarını oluşturdukları görülmektedir. Bu da partilerin Batıda görüldüğü gibi birbiriyle köklü biçimde çatışan programlara ve siyasi söylemlere ulaşmasını engellemektedir. Türkiye’de siyasal partiler de facto olarak resmi şablonu zorlayan söylemlere sahip olsalar da bu söylemleri iktidarda uygulamaya sokma şansına sahip değildirler. Refah Partisi’nin 1995 Genel Seçimlerinden sonra ortak olduğu koalisyon hükümeti döneminde kendisiyle taban tabana zıt uygulamaların altına imza atmak zorunda kalması bunun canlı bir örneğini oluşturmaktadır.
Türkiye’de siyasal partilerin önündeki engellerden biri de toplum-devlet ilişkisinde karşımıza çıkmaktadır. Yukarıda izah edildiği gibi oturmuş demokrasilerde toplumla devlet arasında bir kopukluk söz konusu değildir. Böyle olunca toplum ve temsilcisi siyasal partiler devlet ve onun siyasal iktidarı üzerinde rahatlıkla hükümran olabilmektedir. Başka bir ifade ile seçilmişler atanmışlara hükmedebilmekte; hatta atanmışların atanma işlemini kumanda edebilmektedirler. Bu sistemin aracı kurumları siyasal partilerdir. Halbuki Türkiye’de resmi ideolojinin toplumdan, toplumsal gruplardan ve değerlerden bağımsız biçimde formüle edilmesi, toplumla devleti ciddi biçimde birbirinden ayırmaktadır. Toplumu harekete geçiren referanslar ve motivasyon kaynakları devlet üzerinde aynı etkiye sahip değildir. Devletin referansları ve motivasyon kaynakları toplumdan hayli farklıdır. Devletin aynı zamanda siyasal partilerin de dışında oluşmuş bir proje ve politikası var ve buraya siyasal partiler müdahil olamamaktadırlar. Türkiye’de ciddi biçimde “devlet alanı” ile “siyasal alan” birbirinden ayrı bulunmaktadır. Her biri kendine özgü aktör ve elit grubu ortaya çıkarmıştır. Gerek kamusal kaynaklara, gerek resmi politikalara (özellikle dış politika alanında), gerekse toplumsal kaynaklara mutlak anlamda hakim olan siyasal elit değil, devletçi elittir.
Siyasal elit (seçilmişler) iktidara gelmesi durumunda bile mutlak yetkilere sahip değildir. Resmi ideolojinin öngördüğü ve değişmez kıldığı, öncelikler tüm partiler tarafından paylaşılmak zorundadır. Siyasal partiler hangi söylem ve programla iktidara gelmiş olursa olsunlar bu önceliklere göre hareket etmek mecburiyetindedirler. Pratikte atanmışlarla seçilmişlerin aynı oranda temsil edildiği Milli Güvenlik Kurulu askerlerin sistem içindeki ağırlığı nedeniyle atanmışların iradesini seçilmişlere mutlak anlamda baskın kılıyor. MGK güvenlikle ilgili tavsiye niteliğinde kararlar almakla yükümlü bir kurum olmasına rağmen, pratikte sağlık politikalarından çevre politikalarına, güvenlikten trafiğe kadar ülke hizmetlerinin tümüne imza atabilmektedir. Siyasal irade “iktidar” olsa bile yaygın tabirle MGK’ya hakim olan askeri irade karşısında gerçekte “muktedir” olamamaktadır. Bu da siyasal partilerin devletin teamülleriyle çelişebilecek demokratik söylemler geliştirmesini engellemenin yanında, partilerin sisteme hakim olmasını da önlemektedir. Bu tablo sonuçta partilerin kendi tabanlarında oluşturduklar beklentileri tatmin etmemesine, dolayısıyla bu tabanlar nezdinde güven kaybetmesine yol açmaktadır.
Türkiye’de siyasal partilerin demokratikleşmesinin önündeki engellerden biri de toplumsal, siyasal ve iktisadi farklılaşmada yatmaktadır. Türkiye’de sınıfsal düzeyde gelişemeyen farklılaşma daha çok siyasal ve ideolojik bazda gelişmiştir. İdeoloji donanımlı partiler “farlılaşmadan” çok “kutuplaşma”yı körüklemektedirler. Merkezi konumdaki partilerin ve simaların aradan çekilmesiyle bu kutuplaşma daha da keskinleşmektedir. Türkiye’de merkezi konumda bulunan partiler daha çok Demokrat Parti çizgisinde gelişmiş olan sağ partiler olmuşlardır. Merkez sol olarak kabul edilen partiler gerçekte “merkezi” özelliklerden uzaktırlar. Merkez partiler toplumdaki değerlerin tümünü kapsayacak şekilde kuşatıcı ve ılımlı politikalar geliştirirler. Halbuki Türkiye’de özellikle CHP’nin öteden beri toplumun yaygın geleneksel ve dinsel değerleri ile ciddi biçimde problemi olmuştur. Sadece bu kesimler değil, aynı zamanda liberal değerlerden yana olan kitlelere de uzak, sert ve ideolojik bir yapıda politika yapmaya devam ede gelmiştir. Bu bakımdan CHP 1990’li yıllarda merkezi bir rol üstlenmek yerine Türkiye’de ideolojik bir kutup oluşturmuştur. DSP’nin konumu da fazla farklı olmamıştır. Ancak bu partinin Genel Başkanı Bülent Ecevit, şahsi gayretiyle geliştirdiği yumuşak söylemi sayesinde bu partiyi merkeze biraz daha yaklaştırmıştır. Ecevit’in Başbakan sıfatıyla son zamanlarda “Allah”, “dua”, “İslam dünyası” gibi kitleler bazında yaygın kavramları sık sık kullanmaya başlaması bu partiyi her geçen gün merkeze biraz daha yaklaştırmaktadır.
Kısaca geleneksel misyonuna, ideolojik yapısına ve siyasal söylemine bakıldığında sol partilerin merkez sağ partiler kadar toplumun tümünü kuşatıcı olamadıkları görülmektedir. Bu bakımdan bu partilerin zayıflaması merkezi alanın küçülmesi ya da büyümesi bakımından fazla anlam ifade etmemektedir. Hatta 1980’li yılların sonlarından itibaren gerileme sürecine girmekle birlikte bu partilerin giderek sert, ideolojik söylemler geliştirmesi dikkat çekicidir. Türkiye’de siyasetin merkez alanı “merkez sağ partilerin” gerilemesiyle her geçen gün boşalmaktadır. Son iki seçimde (1995 ve 1999) iki merkez sağ parti olan ANAP ile DYP’nin oylarında dikkat çekici bir düşüş gözlenmektedir. Bu düşüş, ideolojik söylemleri ön plana çıkaran partilerin güçlenmesine yol açmaktadır. Merkez sağın zayıflamasının sonunda sağda ideolojik donanımlı partiler güçlenirken, solda da bu partilere özellikle RP-FP çizgisine karşı bilenen ve giderek resmi ideoloji temeli üzerinde sertleşen bir görüntü ortaya çıkmaktadır.
Siyasal partilerin ideolojik temeller eksenindeki kutuplaşması iki farklı uçtan ve referanstan ortak olan bir değerin gelişmesini ve yaygınlaşmasını sağlamaktadır. O değer de “kutsallık” değeridir. Hem sol partiler, hem de sağın ideolojik yelpazede yer alan cephelerinde ciddi bir kutsallığın yaygınlaştığı ve sistemin de adeta bu kutsallık etrafında püritenleştiği görülmektedir. Muhafazakar ve dini çevrelerin dinsel ve geleneksel kutsal değerlerine karşı sol partilerin özellikle 1990’lı yıllar boyunca Atatürk’ü ve devleti kutsallaştırarak karşılık vermesi iki cephenin kutuplaşmasına yol açmakla sınırlı kalmamakta, aynı zamanda siyaseti profan (dünyevi) bir etkinlik alanı olmaktan çıkarmaktadır. Son seçimden (18 Nisan 1999) büyük başarı ile çıkan MHP’nin siyasal felsefesinin en hayati noktasında yer alan milleti, geleneği, tarihi ve devleti ile sorgulanmaz, eleştirilmez, tartışılmaz “kutsal Türk” olgusu da ilave edilince, Türk siyasal yaşamı ciddici biçimde ideolojik, teokratik ve çapraz teokratik değerlerle dolmaktadır. “Çapraz teokrasi” tanrının yerine bir ideologu, bir kahramanı veya bir milleti yerleştirmekte ve bunu sistemin meşruiyet referansı haline getirmektedir. Bu teokrasi anlayışı “teo”nun yerine “demo” (millet) veya “homo”yu (insan) yerleştirmekte, ancak bunlara kutsallık atfetmekle farklı bir cepheden teokratik bir anlayış üretmektedir. Her üç durum da demokrasiyle ciddici biçimde çelişmektedir. Çünkü demokrasinin temel sacayaklarından biri hiç kuşkusuz siyasal alanı kutsallıktan arındırma, başka bir deyişle siyasal alanın sekülerleşmesi ve profanlaşmasıdır.
Türkiye’deki siyasal partilerin önündeki engellerden biri de bu partilerin toplumla devlet arasında patronaj sistemine dayalı bir konumda bulunmasıdır. Mülkiyetin kaynağını oluşturması ve ekonomik üretimin içinde yer alması Türkiye’de devleti kaçınılmaz olarak rant kaynağının merkezine oturtmaktadır. Toplumsal kesimler devlet elinde yoğunlaşan ranta ulaşmada siyasal partileri birer araç olarak kullanmaktadırlar. Son seçimlerde iş adamlarının değişik partilerdeki milletvekillerini açıkça finanse etmeleri patronaj sistemini ve bu sistem içindeki kliyantal ilişkiler yumağını bariz biçimde gün yüzüne çıkarmıştır. Türkiye’de siyasal partiler her geçen gün devlet kaynaklarını kredi, ihale ve teşvik gibi yollarla kendi tabanlarına aktaran aracı kurumlar haline gelmektedirler. Bu da kitlelerin siyasal partileri demokratik değerleri yaygınlaştırmak için değil, doğrudan doğruya devlet kaynaklarına ulaşmak için kullanmalarına yol açmaktadır. Bu durum aynı zamanda partilerin lider sultasına dayalı oligarşik birer yapıya dönüşmesine de neden olmaktadır. Zira tabanın katılımına açık, şeffaf bir yapılanma rant mekanizmasına ulaşmak için uygun bir yapı arz etmemektedir.
.
Türkiye’de Siyasal Partiler Ne Kadar Demokrattır?
Siyasal partiler geçiş sürecinde oynayacakları kritik rolün yanında Türkiye’nin AB’ye üye olması durumunda demokratik sistemin de en temel aktörleri haline geleceklerdir. Siyasal partilerin bu bakımdan kendi önlerinde duran dışsal engellerin yanı sıra, kendi iç yapılarını ve siyasal söylemlerini de demokratik bir noktaya getirme gibi bir mecburiyetleri bulunmaktadır. Yukarıda analiz edildiği gibi partilerin önünde aşılması güç gibi gözüken dışsal engeller bulunmaktadır. Ancak partilerin siyasi söylem ve felsefeleri, programları, hedefleri ve yapıları itibariyle ne kadar demokratik oldukları, dolayısıyla AB standartlarına ne kadar yakın oldukları daha bir önem arz etmektedir. Siyasal partilerin felsefesini gösteren en önemli gösterge siyasal parti programları, liderlerin konuşmaları, parti adına kamuoyuna yapılan deklarasyonlar ve demeçlerdir. Bütün bunlara ilave olarak partilerin seçime giderken yayınladıkları seçim bildirgeleri bu partilerin temel felsefelerini ortaya koymaktadır. Partilerle ilgili analiz yaparken bütün bu hususları göz önünde bulundurmak gerekiyor.
Türkiye’de demokrasiye en fazla vurgu yapan partiler sol partilerdir. Özellikle merkez sol partiler laiklik ve cumhuriyetle birlikte en fazla göndermeyi demokrasiye yapmakta ve demokrasiyi rejimin temel özelliklerinden biri olarak kabul etmektedir. Ancak sol partilerin, retorik düzeyde demokrasiyi savunmalarına rağmen, demokrasinin sosyolojik, iktisadi ve siyasi alt yapısıyla ciddi biçimde problemleri bulunmaktadır. Demokrasi her şeyden önce toplumsal farklılaşma temeli üzerinde gelişmektedir. Oysa “tek toplum, tek parti, tek lider” teslisine dayalı geleneksel anlayışları sol partilerin Türk toplumundaki farklılıkları reel bir olgu olarak kabul etmesini engellemektedir. 1970’lerde bu üçlemeyi siyasi mücadelelerinin bir manifestosu haline getiren aydınlar bugün aşırı sol partilerin yanı sıra merkezdeki DSP ve CHP çatısı altında politika yapmakta, hatta bu partilerin yönetim kadrosunu oluşturmaktadır. DSP’nin Ecevit’in şahsından kaynaklanan tutumu bir kenara bırakılırsa, sol partilerin gözünde mesela dini cemaatlerin ve tarikatların bir meşruiyeti söz konusu değildir. Bunlar mücadele edilmesi gereken hasım kesimler olarak telakki edilir. Yine Güneydoğu Anadolu bölgesinde devam etmekte olan problem “ekonomik ve feodal” ilişkilerin bir sonucu olarak kabul edilir. Halbuki bunlar Türkiye'deki sosyal farklılaşmanın doğal uzantılarıdır; bundan dolayı da demokratik toplumun sosyal tabanına malzeme oluştururlar.
Merkez sol partilerin son zamanlarda bu tür farklılıklara zımnen de olsa vurgu yapması manidardır. DSP parti programında ve seçim bildirgesinde “laikliğin dine bağlı kesimlerle ters düşmeksizin korunmasına” özen göstereceğini altını çizerek ifade etmektedir. Bu partinin lideri Ecevit son seçime doğru miting meydanlarında ve değişik vesilelerle yapmış olduğu konuşmalarda yumuşak bir laiklik anlayışına özenle gönderme yapmıştır. DSP'nin seçim bildirgesinde laiklik kavramına vurgu yaparken “dine bağlı kesimlere ters düşmeme” yönündeki ifadesi Türkiye’deki merkez sol partilerin politikası içinde fazla aşina olunmayan bir husustur. Türkiye’de sol partiler öteden beri dini değerlere, sembollere ve kesimlere karşı mesafeli davranmakla sınırlı kalmamış, aynı zamanda bu kesimlerle mücadeleyi ana hedefleri olarak ortaya koya gelmişlerdir. Buna benzer yumuşak bir laiklik tanımı da CHP'nin parti programında ortaya konmaktadır. CHP parti programındaki “laik devlet, din, inanç, düşünce özgürlüklerinde farklılaşanlar arasında bir taraf değildir; ortak güvencenin düzenleyicisidir” şeklindeki tanımlaması laikliğin demokrasiyi takviye edecek bir anlayışa çekilmesi bakımından önemlidir. Türkiye'de solun laikliği "toplumu dinden arındırma" şeklindeki geleneksel projesi CHP'nin 1990'li yıllarda yayınladığı programında terkedilmiş gibi gözükmektedir.
DSP’nin laikliği tanımlarken geleneksel sol imajından farklı bir tanımlama ile “dini kesimleri” göz ardı etmeyen ve CHP'nin laik devleti sosyal kesimler arasındaki tarafsız bir otorite olarak kabul eden yaklaşımları demokratik açıdan şu öneme sahiptir: Demokrasi ancak uzlaşma kültürünün gelişebildiği toplumlarda söz konusu olabiliyor. Çatışma ve şiddetin hakim olduğu toplumlarda demokrasinin yeşermesi, gelişmesi mümkün değildir. Çatışmacı zihniyet, karşıtlarının meşruiyetini tanımadığı gibi, onlara hayat hakkı da tanımamaktadır. Halbuki demokratik zihniyet karşıtlarla birlikte yaşamayı zorunlu görmektedir. Türkiye’de sol partilerin ana gövdesini oluşturan CHP özellikle rejimin temellerini attığı 1930’lu yıllarda Türkiye’de “dini ve etnik” realiteleri yok saymış ve devletin önüne bu realiteden yoksun projeler yerleştirmişti. Toplumun genişçe bir kesiminden gelen toplumsal taleplere karşı kör-sağır bir tutum takınarak devleti şekillendirmişti. Bu da toplumla devlet arasına mesafe koyduğu gibi, demokratik kültürü de zaafa uğratmıştır. İki merkez sol partinin Türkiye’nin geleneksel sol imajından uzaklaşarak laikliği ortak yaşamın ve tarafsızlığın aracı olarak kabul etmeleri bu anlamda manidardır.
Sol partilerin demokrasinin siyasal altyapısıyla ilgili problemleri devlete yükledikleri rolde göze çarpmaktadır. Avrupa’da gelişmiş olan sosyal demokrat partiler devleti büyük ölçüde araçsal bir kurum olarak kabul etmekte ve bu kuruma toplumsal refahı ve dengeyi sağlamada görev yüklemektedir. Ne var ki Türkiye'deki sol, devlete bundan daha öte bir rol yüklemektedir. Sol partiler devleti sosyal refahı sağlamanın ötesinde, rejimin ve devrimin koruyucusu olarak telakki etmekte, devleti sosyal değişimin itici gücü olarak kabul etmektedir. Böyle olunca devlet salt fiziksel bir otorite olmaktan çıkmakta, adeta Hegelyan tarzda kutsanan soyut ve metafiziksel bir otorite haline gelmektedir. Her ne kadar sol partilerin literatüründe "kutsallık" gibi bir kavram yoksa da bu partilerin devleti yüceltmeleri gerçekte bu partilerin zihniyetine ciddi bir kutsallık anlayışı yerleştirmektedir. Türkiye'de sol partilerin omuzladıklarını iddia ettikleri rejim gibi bir sorun olduğu sürece demokrasinin gelişmesi gerçekten çok güç. Zira Türkiye'de rejim demokratik olmayan zihniyet unsurlarına dayanmakta, devleti de bu unsurların yegane koruyucu ve kollayıcısı olarak telakki etmektedir. Sol partiler teoride toplumsal inisiyatife, bireysel özgürlüklere ve insan haklarına vurgu yapmalarına rağmen, pratikte devletin haklarına ve önceliklerine ağırlık vermektedirler.
Demokrasinin iktisadi alt yapısını hiç kuşkusuz serbest piyasa ekonomisi oluşturur. Serbest piyasa ekonomisiyle demokrasi arasındaki ilişki etle tırnak arasındaki ilişki kadar sıkı ve yakındır. Bunun da ötesinde serbest piyasa ekonomisi ile demokrasi arasında nedensel bir ilişki bulunmaktadır. Serbest piyasanın gelişmediği ülkelerde demokrasi gelişemiyor. Dünyada serbest piyasa yokluğunda gelişebilmiş bir demokrasi örneği söz konusu değildir. Serbest piyasa ekonomisi, devleti sınırlandırma, nötralize etme, iktisadi yaşamı karşılıklı mübadeleye dayandırma, sosyal grupların canlanmasına yol açma gibi özelliklerinden dolayı demokrasinin iktisadi altyapısını oluşturmaktadır. Serbest piyasanın gelişmediği toplumlarda devlet iktisadi hayata, bununla birlikte siyasi ve kültürel yaşamın tüm alanlarına mutlak anlamda hükmeder. Devletin yol açtığı tekelleşme, kartelleşme ve tröstleşmeler sadece iktisadi yaşam alanında değil, aynı zamanda siyasal yaşam alanında da görülür. Devlet, kısaca yegane patron olur, sosyal farklılıklar ve zenginlikler ortadan kalkar. Türkiye’deki sol partiler serbest piyasa ekseninde seyreden ekonomiye uzun süre direnmiş ve devletin ekonomideki ağırlığının devam etmesini istemişlerdir. Sağ partilerin Türkiye’de serbest pazarın önünü açıcı, başka bir deyişle devlet tekeline son verici bir proje olarak başlattıkları özelleştirmeye sol partiler uzun zaman direndiler. Ancak gerek CHP, gerekse DSP parti programlarında net biçimde ortaya koymamakla birlikte son seçimde özelleştirmeye “verimlilik” ve “üretkenlik” açısından sıcak baktıklarına ilişkin mesajlar verdiler. Ne var ki özelleştirmenin verimlilikten çok, demokratik bir zihniyete dayandığı gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, merkez sol partilerin bu konuda büyük bir kafa karışıklığı içinde bulundukları anlaşılır.
Türkiye'deki radikal sol ve marjinal partilerin demokrasiyle uyumluluğunu tartışmaya gerek bile yoktur. Devrim düşüncesi ve tekçil toplum özleminden hareket eden bu partilerin iktisadi, siyasi ve toplumsal çoğulculuk üzerinde seyreden demokrasiyle bağdaşması mümkün değildir. Merkez sol partilerin devletçilik, halkçılık, milliyetçilik ve devrimcilik gibi ilkeleri dogmatik bir inanç mesabesinde kabul eden ideolojik yaklaşımlarının AB ülkelerinde birey, serbest pazar, hak ve hukuk ekseninde seyreden demokratik değerleriyle ne ölçüde bağdaştığı da ciddi bir tartışma konusudur.
İdeolojik reflekslerinden dolayı demokratik çizgiye gelmekte zorluk çeken sol partilerin aksine merkez sağ partiler, zaman zaman tutarsız siyasal tutumlarına rağmen ideolojik refleksten hareket etmedikleri için demokrasiye daha fazla yakın bir noktada bulunmaktadırlar. Türkiye'nin demokrasiyle tanışmasını sağlayan ve ülkeyi bu yönde açılıma zorlayan Demokrat Parti ve mirasçısı konumundaki merkez sağ partiler sol partilerin aksine toplumsal reflekslerden hareket etmişlerdir. "Yeter Söz Milletin" sloganıyla dinsel, etnik ve ekonomik grupların iradesini iktidara taşıyan Demokratlar 1960 darbesinde bunun bedelini ağır ödemekle birlikte Türkiye'de geri dönülmez bir demokratik miras bıraktılar. Demokrat Partinin iskeleti üzerinde politika yapan Adalet Partisi zaman zaman ilkesiz, tutarsız ve çelişkili politikalara imza atmış olmasına rağmen selefi olan Demokratların toplumdan gücünü alan mirasını devam ettirmiştir. Bu partinin Genel Başkanı olan Süleyman Demirel'in köylü ağzıyla konuşan bir lider olması o dönemki merkez sağın ana çatısını oluşturan partinin toplumla olan irtibatının bir göstergesinden öte adeta bir manifestosuydu.
Türk demokrasi tarihine Adnan Menderes kadar katkısı olan diğer bir lider hiç kuşkusuz bu partinin varislerinden birinin liderliğini yapan Turgut Özal olmuştur. "İnanç, düşünce ve vicdan" özgürlüğü söyleminden hareket eden Özal dünyada birey, özgürlük ve sivil toplum ekseninde yükselmekte olan rüzgarı Türkiye'ye taşımış ve toplumun geniş bir nefes almasını sağlamıştı. Turgut Özal liderliğindeki ANAP'ın 1980'li yıllar boyuncu demokrasinin altyapısına ilişkin önemli katkılar sağladığını söylemek mümkündür. Bu parti toplumsal farklılaşmanın önünü açarken, iktisadi ve siyasi liberalleşme yönünde, adeta yerinde sayan Türk siyasal tarihini harekete geçirmiştir. Ne var ki Özal sonrası dönemde merkez sağ partiler ciddi bir kimlik bunalımı yaşamaya başladılar. Demirel'in "devletçi" refleksten hareketle adeta Özal döneminden öç alırcasına başlattığı hareket, sol partilerin 1990'lı yılların başlarından itibaren iktidara olan ortaklıkları, devletçi elitin genişleyen özgürlük alanını daraltmaya dönük çabaları, Özal rolüne soyunan Tansu Çiller karşısında oluşturulan devletçi elit blokunun manevraları merkez sağı hem zayıflattı, hem de ciddi biçimde geleneksel çizgisinden uzaklaştırdı.
1990'lı yıllar boyunca merkez sağda yer alan iki partiden biri olan ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz'ın başkanlığı altında ciddi bir kimlik krizi sergilerken, Tansu Çiller başkanlığındaki DYP kitlelere güven telkin edici istikrarlı bir çizgi sergileyemedi. Merkez sağ partiler son on yılda dünyada esen demokrasi ve özgürlük rüzgarlarını Türkiye'ye taşıma yerine kendi aralarında bir kavgaya tutuşarak liderlik mücadelesi vermeye çalıştı. Son on yılın önemli bir kısmı Çiller'le Yılmaz arasındaki çatışma ile geçti. Bu iki partinin de Özal'ın bıraktığı mirası, deyim yerindeyse, paylaşma mücadelesi vermekten başka bir şey yapmadıkları ve halen de yapamadıkları görülmektedir. Bu iki partinin demokrasinin alt yapısına ilişkin en önemli vurguları özelleştirmeye ilişkin Özal politikasıdır. Bunun dışında siyasal özgürlüklerin önünü açıcı söylem geliştiremediler. Mesut Yılmaz son zamanlarda siyasal özgürlükleri vurgulayan çıkışlar yapmaktadır. Ancak 28 Şubat sürecinde Başbakan olarak aktif rol oynamış ve bunun bedeli olarak seçimlerden darbe alarak çıkmış musabık bir lider olarak kitlelere ne kadar güven vereceği merak konusudur.
Merkez sağda yer alan partiler geleneksel ağırlıklarının yanı sıra geleneksel misyonlarını da büyük ölçüde yitirmiş gözükmektedirler. ANAP 28 Şubat sürecinde aktif rol oynamış musabık bir kadronun yönetiminde ve bu sürecin kendisine yüklediği faturanın ağırlığı altında bulunmaktadır. Mevcut lider ve yönetim kadrosuyla bu ağırlıktan kurtularak demokratik bir rol oynaması biraz kuşku götürmektedir. Yılmaz bunun farkında olduğu için son zamanlarda "mütedeyyin kesimlere" ve "etnik sorunlara" yönelik çıkışlar yapmakta; ancak bu çıkışların altında Cumhurbaşkanlığına yatırım yapma hesabının olduğu açık biçimde sezilmektedir. Zira Yılmaz'ın siyasi geçmişinde demokratik çıkışı destekleyecek hiç bir hareketi söz konusu değildir. Öte yandan DYP liderinin kitlelere güven verme konusunda yaşadığı sıkıntı, bir merkez sağ parti olarak bu partiden beklenen rolü yerine getirmesine engel teşkil etmektedir. Kısaca, Türk demokrasi tarihinin en güçlü, üç askeri darbeye rağmen belirleyici yelpazesi olan merkez sağ şu anda Türk demokrasisinin lokomotifi olma özelliğini hem siyaset felsefesi, hem de siyasal gücü itibariyle kaybetmiş durumdadır.
Merkez sağın zayıflamasıyla sağın milliyetçi ve muhafazakar cenahında yer alan partilerin güçlendiği, merkez sağdan kaçan oyların bu cenahta yer alan Milliyetçi Hareket Partisi ile Fazilet Partisi’ne kaydığı görülmektedir. Merkezden kaçan oyların yoğunlaştığı bu partilerin merkezin ılımlı oy tabanını kendi oy havuzu içinde hangi mecraya sevk edeceği MHP ile FP’nin sergileyecekleri politikalara bağlıdır. Özellikle MHP’nin durumu bu noktada çok daha kritiktir. MHP Türk siyasetinde uzlaşmaz, sert ve katı tutumuyla bilinen bir parti imajına sahiptir. Devlet Bahçeli’nin partinin başına geçtiği tarihten bu yana MHP büyük ölçüde geleneksel imajından sıyrılacak bir politika takip etmektedir. 18 Nisan Seçimlerinden önce başlayan ve seçim sonrasında da devam eden diyaloga açık, uzlaşmacı bir görüntü sergilemesi partinin değişim sinyalleri olarak düşünülebilir.
Diğer partilerle kıyaslandığında en kapsamlı çalışmaların MHP tarafından yapıldığı dikkat çekmektedir. MHP daha seçim öncesinde kurduğu “Siyaset Okulu” aracılığıyla Türkiye'nin değişik sorunlarıyla ilgili, konusunda uzman kişilere hazırlattığı farklı alandaki çalışmalarla Türkiye'nin geleceğinde söz sahibi olacağını ortaya koymaktadır. Türkiye’nin iktisadi, siyasi ve sosyal sorunlarıyla ilgili kapsamlı çalışmalara imza atan yayınlarında MHP’nin sol partilerden daha açık ve net bir liberal iktisadi anlayışı paylaştığını görmekteyiz. Yabancı ve yerli sermayenin omuzlarında devam edecek özelleştirme programlarıyla ekonominin verimliliğinden ziyade devletin küçültülmesi ve piyasa mekanizmasının güçlendirilmesi hedeflenmektedir. MHP’nin Siyaset Okulu yayınları arasında çıkan kitaplarda parti kendini uzlaşmacı ve demokratik bir parti olarak takdim etmekte, hatta parti adına yapılan yayınlarda etnik sorunlar konusunda sessiz kalmayı yeğlemektedir. MHP yayınlarında etnik sorunlara hemen hemen hiç temas etmemiş olması ve çözüm önerileri geliştirmemiş olması partinin hassas olan bu konuyu bir çatışma unsuru olarak öne çıkarmaması isteğine bağlanabilir.
MHP gerek yayınlarıyla, gerekse seçim öncesi ve sonrasında sergilediği uzlaşmacı tutumuyla geleneksel imajından sıyrılmaya çalışmaktadır. Ancak MHP'nin bilinç altında yatan kutsal ve yüce devlet anlayışını parti programını yansıtan yayınların satır aralarında rahatlıkla görmek mümkündür. MHP demokrasinin kurumlaşması açısından kritik bir düşünce biçimi olan “kutsal devlet” anlayışını sol partilerden daha kapsamlı biçimde paylaşmaktadır. Sol partilerin devleti rejimin ve devrimlerin teminatı olarak kabul eden anlayışının aksine, MHP “millilik” anlayışı ve “geleneksel” değerlerden hareketle devlete kutsallık yüklemektedir. MHP'nin sahip olduğu ve açıktan açığa savunduğu “ebed müddet” devlet düşüncesi bu partinin sergilediği stratejinin uzun vadede demokratik bir tutuma dönüşmesini engelleyici niteliktedir. Ancak radikal, sert ve ideolojik partilerin Batı Avrupa’da iktidara ortak olduktan sonra yumuşayarak demokratik bir karakter kazandıkları gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, 18 Nisan 1999 Genel Seçimlerinden sonra iktidar ortağı olma şansını yakalamış olması MHP'nin ılımlı ve demokratik bir çizgiye gelmesi bakımından önemli bir fırsat olduğunu düşünmek mümkündür.
MHP demokrasinin iktisadi alt yapısı olan iktisadi liberalizm konusunda tavrını açık ve net biçimde ortaya koymaktadır. Ancak demokrasinin siyasal altyapısını teşkil eden siyasal liberalizm konusunda ürkek davranmakta ve deyim yerindeyse kaçamak tavırlar sergilemektedir. Zira iktisadi liberalizmin Türkiye’deki en önemli problemi etnik ve din temelinde seyreden toplumsal farklılaşma ve insan hakları konusundaki ihlallerde ön plana çıkmaktadır. MHP’nin milleti, tarihi ve devletiyle “bir bütün” felsefesine dayanan milliyetçilik ideolojisi bu yöndeki açılımların önünde ciddi bir engel olarak durmaktadır. MHP Bahçeli yönetimi döneminde iktidara ortak iddialı bir parti görüntüsü sergilemesine rağmen, etnik temelde seyreden sosyal farklılaşmayı kendini var eden milliyetçilik ideolojisiyle telif edemediği için bu konuda kaçak güreşmektedir. Hatta Türkiye’nin karşısına Kürt sorunu olarak çıkan etnik sorun konusunda neredeyse hiçbir şey söylememektedir. Türkiye’nin geleceğinde iddialı olan bir partinin Türkiye’nin en temel sorunlarını sessiz biçimde geçiştirmesi uzun vadede mümkün değildir. Sonuçta sol partiler iktisadi liberalizmi “devletçilik” ideolojileriyle çelişme pahasına kerhen kabul ettikleri gibi, MHP’de “milliyetçilik” ideolojisiyle çatışmasına rağmen siyasal liberalizmi kerhen de olsa kabul etme noktasına gelecektir.
Türkiye’nin siyasal yapısında belirleyici konumda bulunan partilerden biri de Fazilet Partisi’dir. Refah Partisinin teşkilat omurgası üzerinde kurulan FP, selefi RP’nin iktisadi liberalizmine aykırı, kolektif iktisadi anlayışından hayli uzaklaşmış bir görüntü sergilemektedir. RP'nin sol partiler gibi demokrasi söylemini sıkça kullanan bir parti olmasına rağmen, demokrasinin siyasal ve iktisadi altyapısı ile ciddi problemleri vardı. Adil Düzen projesine dayanan iktisadi anlayışı devletin rolünü arttıran ve ekonomiyi kolektif ilişkiler yumağı içinde sürdüren bir anlayışa dayanmaktaydı. Bununla birlikte Batı’ya karşı açıktan veya gizliden duyulan nefret, bu dünyanın tarihsel ürünü olan demokrasiye karşı da kuşkuya dönüşmekteydi. Nasıl bir demokrasi? sorusu en azından RP için cevabı açıkça verilen bir soru değildi.
RP’nin halefi olarak Türk siyasal yaşamına giren FP, selefinin gösterdiği belirsizlikleri giderecek tarzda bir ifade netliğine kavuşmuştur. Toplumsal farklılaşma temelinde iktisadi ve siyasi liberalizmi savunan anlayışı hem parti programına hem de 18 Nisan seçim beyannamesinde açık biçimde gözükmektedir. Hatta FP siyasi liberalizm konusunda, Liberal Demokrat Parti gibi küçük partiler bir kenara bırakılırsa diğer tüm partilerden daha açık bir üslupla ortaya koymaktadır. Uzun vadede iktisadi ve siyasi liberalizm en fazla FP’nin işine yarayacaktır. Zira sistemin demokrasiyle bağdaşmayan, hatta demokrasiye engel teşkil eden boyutları en fazla bu parti tabanını rahatsız etmekte, onların hak ve özgürlüklerini kısıtlamaktadır. FP bunun farkında olduğu için 28 Şubat sürecinde demokrasi söylemine özel olarak sarıldı. Ancak bu söylemin bir strateji gereğimi olduğu, yoksa kalıcı bir felsefeyemi dayandığı hususunun anlaşılması doğal olarak uzun zaman alacaktır. FP’nin iktidara aday bir parti olduğu göz önünde bulundurulduğunda (toplumun yerel yönetimlerde kendisine verdiği destek, aynı performansı sergilemesi durumunda genel yönetimde de devam edeceği şeklinde okunabilir) bu partinin Türkiye’nin Batıyla bütünleşme yönündeki ana hedefinden bir sapma gösteremeyeceği ve bu hedefle bütünleşerek, bu hedefin gereği olan liberal demokratik değerleri paylaşacağını beklemek mümkündür.
Sonuç olarak şunu söylemek mümkün: Türk siyasal partilerinin siyasal zihniyetlerine ilave olarak demokratik konuda yaşadıkları sıkıntılarından biri partinin yapısal özelliklerinde görülmektedir. Lider sultasına dayalı hiyerarşik ve oligarşik yapısı, başta milletvekilleri olmak üzere parti mensuplarının bireysel inisiyatifini ve tercihini adeta yok eden parti disiplini, partiyi adeta "modern cemaat" haline getiren parti tüzükleri Türk siyasal partilerinin demokrasiyle ilgili yaşadıkları ana sıkıntılardan biri olarak gözükmektedir. AB üyeliği sürecinde Türkiye'nin ekonomik sorunlarını çözmenin yanında demokratik bir yapıya kavuşması da beklenen bir durumdur. Türkiye'nin demokratik konuda atacağı en önemli adım hiç kuşkusuz siyasal partilerini demokratik aktörler haline getirmesinden geçmektedir. Bunun yolu da partileri demokratik olmayan bir cendereye sıkıştıran başta yasal mevzuat olmak üzere dışsal faktörlerin tasfiye edilmesi, partilerin demokratik bir parti örgütlenmesi ve felsefesine kavuşmasından geçmektedir.
Merkez sağın dışındaki partilerin demokrasinin iktisadi, siyasi ve toplumsal alt yapısı olan değerlerle bütünleşmesini engelleyen temel handikapları bu partilerin “Kemalizm”, “milliyetçilik” veya “İslamcılık” gibi ideolojik eğilimleri demokratik siyasetle telif etme zaaflarıdır. Batı Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin ortaya koyduğu deneyime göre siyasal partiler iktidara ortak oldukları zaman sistemin bir parçası haline gelmekte ve ılımlı bir çizgiye kaymaktadırlar. 1950’lerde tüm sistemi tehdit eden sosyal demokrat partiler Avrupa’da 1960’lardan sonra iktidara ortak olmaya başlayınca yumuşak bir çizgiye kaymış, demokratik sistemi benimsemiş ve hatta demokrasiye önemli katkılar sağlamışlardır. Türkiye’de sağ ve sol yelpazede yer alan ideolojik eğilimli partilerin 1990’lı yılların başlarından itibaren iktidara ortak olma deneyimleri, bu partilerin liberal değerlerin altyapısı üzerinde inşa edilen demokratik sistemle bütünleşmesini beklemek mümkündür. Hattı zatında gerek merkeze yakın sol partilerin, gerekse FP ve son zamanlarda MHP’nin bu konuda dikkat çekici sinyaller verdiklerini görmekteyiz. Bu bakımdan Türk siyasal partilerinin Türkiye’yi AB’ye taşımada kritik rol oynamalarının ve AB standartlarında demokratik bir yapıya kavuşmalarının iktidar deneyimine sahip olmalarıyla yakın bir ilişkisi vardır. İktidara ortak olma deneyimi siyasal partileri ılımlı, uzlaşmacı ve diyaloga açık bir noktaya getirebilir.
.
Bu çalışmanın Düşünce Kahvesi'nde yayınlanmasına izin veren Sayın Ömer Çaha'ya teşekkür ederiz.
.
.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder